‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Dec 27, 2008

The science of hope

I was with dear friends in a Cambridge restaurant, eating Shabu Shabu (a.k.a. awesome awesome Asian hot-pot). Our conversation was turned into the validity of organized religions in the modern world. One strong argument for religion was that logic and science cannot give hope. With science, it will be always the cold, brutal facts and nothing else. Hence, people, one way or the other, need faith, simply to have hope.

I thought about it for a while and I come to the conclusion that I disagree. There is one, amazing development emerging within science that makes me really hopeful about the future: the findings about the evolution of cooperation.

A little unrelated, but very recent article in BMJ highlights my line of thought. The authors, who happen to be across the street from my lab, argued in their paper "Dynamic spread of happiness in a large social network: longitudinal analysis over 20 years in the Framingham Heart Study" that "[p]eople who are surrounded by many happy people and those who are central in the network are more likely to become happy in the future."

This would suggest that happiness is not an individual emotion, but a shared one. It also fosters the idea that we really should make other people happy, simply because of the selfish desire to be happy.

It is a long shot, but I am hopeful that the day of scientifically based morality will emerge from the pitiful clashes between science and non-science.

Dec 24, 2008

Türker Alkan'ın "Seni Ermeni seni..." yazısı üzerine

Sayın Alkan,

Size yazmamin sebebi “Seni Ermeni seni…” isimli yazınızda ele aldığınız “etnisite” ve “ırk” kavramlarını işleyiş tarzınızı eleştirmek. Yazınızın temel fikrine kesinlikle katılıyorum. Genetik olarak birbirimizin arasında o kadar az fark var ki, sizin de dediğiniz gibi bütün bu etnik/ırksal kategoriler anlamını yitiriyor. Ancak, yazınızda ki iki paragraf bilimsel bulguları tamamen yanlış gösteriyor. Aynı zamanda, kimlik oluşumu son derece bireysel bir tercih olması gerekirken, ne yazık ki Türkiye’de, kimlik konusu milliyetçi elitler ile liberal/sol elitler arasındaki rekabetin savaş alanı olmuş durumda. Bütün bu tartışmalar arasında, kendi küçük gruplarında yaşayan milyonlarca Anadolu’nunun senelerdir oluşturdukları kimlikler hiçe sayılıyor.Eleştirimi netleştirmek amacı ile:

1.“Eskişehir’in bir köyünde araştırma yapan ecnebi bilim adamları 8 bin yıl önce yaşamış insanların cesetleriyle karşılaştılar. Bu önemli bir buluştu. Fakat daha da çarpıcı olan şey, 8 bin yıl önceden kalma cesetlerin DNA testi ile hâlâ orada yaşayan köylülerin DNA testlerinin örtüşmesiydi. Köylüler, 8 bin yıl ötedeki akrabalarının cesetlerine kavuşmuştu. Ama dehşet içinde kaldılar: “Ne yani, bizim atalarımız Orta Asya’dan gelmedi mi? Biz Türk değil miyiz şimdi?””

Benim böyle bir çalışmadan haberim yok. Eğer Sagalassos’taki benzer çalışmadan bahsediyorsanız, o çalışmada kullanılan iskeletlerin tarihleri daha değişik. Aynı zamanda son derece kısıtlı bir çalışmanın, medya tarafından büyütülmesinden başka bir durum yok ortada. Şu anda, her ne kadar genetik bilimi son derece enteresan bulgulara erişse de, 8,000 senelik akrabalık bağlarını net bir şekilde ortaya koymaktan daha uzak. Üstelik, bence asıl üzerine düşünülmesi gereken soru, o insanların Türklüğü veya Ermenililiği değil, bilim adamları, politikacılar veya gazeteciler olarak bizim başkalarının kimliğine karışma hakkımızın olup olmadığı.

2.“Ya da Anadolu’da yaşayan Rumlar, Ermeniler, Araplar, Orta Asya’dan gelenlerle kaynaşarak ve hem kültürel açıdan, hem de biyolojik özellikleri bakımından yeni bir Anadolu insanının ortaya çıkmasına neden oldular. Şu anda bu ülkede yaşayan herkesin ataları arasında Ermeni de vardır, Rum da. Anadolu’da, sarışın, mavi gözlü, sivri kafalı insanları da bulursunuz, yassı burunlu, çekik gözlü, yuvarlak kafalı olanları da.”

Bu paragraftan anlaşılıyor ki, sanki gerçekten Ermeni’leri, Türk’leri, Rum’ları ayıran genetik (biyolojik) farklılıklar var da, Anadolu’da kaynaşma olduğundan bu farklılıklar azalmış veya yokolmuş. Ermeni’lik, Türk’lük vb. etnik kategorilerin biyolojik temelleri zaten yoktur. Coğrafyalarda görülen biyolojik farklılıklar, toplumlar içinde varolan biyolojik farklılıklardan çok çok daha küçüktür. Sizin yazınızdan (ve size benzer düşünen bir çok yazarın yazılarından), sanki etnik gruplar aynı zamanda biyolojik gruplardır ama biz bu gruplaşmadan uzak kalalım gibi bir sonuç çıkıyor. O zaman mesela, bir şekilde yuvarlak kafalı ve yassı burunlu üyeleri olan bir köy, biz asıl Türkleriz, diğerleri hep Ermeni aslında diye ortaya çıkarsa, nasıl cevap vereceğiz. Sizde biliyorsunuz, ister Ermeni olsun, ister Türk, etnik gruplar tamamen sosyal yapılardır. Bu konuda, Radikal’in bir ekinde yazılmış bir makalemi, bu linkten okuyabilirsiniz.

Yazınıza yönelttiğim konularla ilgili zaten aynı şekilde düşündüğümüzü zannediyorum. Asıl eleştirim, benzer şekilde düşündüğümüz politik bir söylemi savunurken, bilimsel sonuçları doğru ve bağlamsal olarak ele almak yerine, çok yüzeysel ve kimi zaman eksik (dolayısı ile yanlış) olarak kullanmanız. Sizin yazdığınız tipte yazılar, benim gibi meselesi bilimsel söylemin Türkiye’deki konumunu sağlamlaştırmak olan bir çok insanın önüne yeni engeller koyuyor. O yüzden yazılarınızda bilimsel konulara değinirken, mümkün olduğunca asıl kaynakları kullanmanız fikrimce, politik olarak çok önem arz eden yazılarınızın, hem çok daha anlamlı ve hem kuvvetli olmasını sağlayacaktır.

Saygılarımla,

Nov 21, 2008

Glenn Gould - Again

I am just mesmerized by Glenn Gould. I do not know if deep inside, I want to be like him, or just admire him for his childish arrogance. He is just a wonderful character.

Nov 19, 2008

Jacqueline Mary du Pré

She was just amazing!!!

I came across Elgar's Cello Concerto in E Min, performed by Jacqueline du Pré. Her performance was, even to unpolished ears like mine, just breathtaking.



Yo-Yo Ma's interpretation of the piece, which I would have taken as the definitive version (as his performance on Bach's Cello Suites), remained by far the weaker one. Remarkable, considering that Yo-Yo Ma is a brilliant artist and both artists play with the same Cello, the fabled Davidov Stradivarius.



Later, it dawned on me that the film Hilary and Jackie, which I saw with E. ages ago, was actually her life story. And a sad sad story it was. A great talent shadowed by immense fears and insecurities, and above all, a horrible disease. The lives of some people are just remarkable. And these lives remind me of a section from Nietzsche's Gay Science:quote:

It is true that there are men who, on the approach of severe pain, hear the very opposite call of command, and never appear more proud, more martial, or more happy than when the storm is brewing; indeed, pain itself provides them with their supreme moments! These are the heroic men, the great pain-bringers of mankind: those few and rare ones who need just the same apology as pain generally — and verily, it should not be denied them. They are forces of the greatest importance for preserving and advancing the species, be it only because they are opposed to smug ease, and do not conceal their disgust at this kind of happiness.

Nov 17, 2008

Response to religious freedoms

A BRILLIANT RESPONSE BY Radu Ioviţă TO MY PREVIOUS POST ON RELIGIOUS FREEDOMS

This is an interesting topic, but I'm going to disagree with you. I've been reading a book by Sir Peter Ustinov, which he incidentally wrote in German, called "Achtung: Vorurteile!" ("Attention: Prejudice!"), where one of the things which remained engraved in my memory is the observation that not so long ago, in Victorian England, a judge who perhaps had children of his own, with whom he'd sit around the fire in the library and read them stories, would calmly go to Court the next day and sentence a 12-year old girl to HANGING for having stolen a piece of bread. Ustinov remarks, correctly in my view, that the judge would not have been able to contain his surprise if someone had pointed out his behavior as inconsistent at best, schizophrenic and perverse at the worst. This is because the concept of 'social causes' and origins of crime and unrest were not cemented as they are now. One only has to look at Dickens's stories to see how wide-spread and pervasive the problem of inhumane treatment of criminals was in 19th century Europe, especially for children, and especially for the poor. But Victorian England can hardly be described as a religious fundamentalist country – on the contrary, it is the society that produced Darwin, Prestwich, and Huxley. So, given the striking similarity of the two events, what is the common ground between the two? It is the radical acceptance of the letter of the law, of the rigid application of a code in the name of 'order and discipline'. It is fundamentalism, I give you that, but not religious fundamentalism. It submits individual and even collective judgement to an unchangeable code of rules, which in itself has no agency. Imagine that the qadi judging this case had been taught to exercise his judgement in context, and to consult with others and with old Islamic law books. I doubt he'd have come to the same sentence. That's why I will side with your dad on this. And by the way, the article I sent you does mention that convicting a girl of 13 is illegal according to the Shari'a. I don't think I have to remind you of what kinds of
crimes were commited in the name of secular law in places like the Soviet Union, Cambodia, or China...

This is why I'm suspicious of any political faction which promises "order and discipline": they always deliver. Islam seems to be in a peculiar situation. I don't think that any of the countries whose main law today is the Shari'a had it as their main law uninterruptedly since the Middle Ages (I may be wrong about this). But if the Shari'a was reintroduced recently, it is as a reaction against something else – I am supposing that it is Western colonialism and the introduced body of laws that went with it (or Ottoman colonialism – from what I know, Ottoman law was a mix of Shari'a and the various kanuns allowing the ulama's to interpret each case). In any case, it's the return to 'purism' that worries me, not the basis on which it is (rather shabbily) argumented.

I suspect that as our societies become increasingly complex, they tend to become increasingly controlled by ever-growing bodies of law. I remember that a few years ago, a women's advocacy group wanted to petition for the legiferation of their male colleagues' behavior during the period of pre-menstruation!! Needless to say, this is an unworkable situation, but the trend in legiferation in other complex interactional situations such as sexual harassment in the workplace has definitely intensified. In today's world, the easiest thing to become is a criminal! But there is hope: Recently, in Germany, several pilot projects to de-legislate automobile driving have had a huge success – they were simply trying to discourage drivers to blindly follow the rules of traffic, and to exercise their judgement rather than assume that everyone will follow the law flawlessly. To do this, they've simply removed most of the signs from the roads, therefore forcing the drivers to question their priority rights, to slow down, and to look around them.

Nov 15, 2008

Religious Freedoms

I am very confused about the boundaries of religious freedom.

A recent news story in BBC, "Stoning Victim 'begged for mercy'" highlights everything that is wrong with religious fundamentalism. It was the story of a 13 year-old rape-victim, who apparently yelled "don't kill me, don't kill me" before she was stoned to death by more than 50 men. Allegedly more than a thousand people watched the stoning. The stoning was, according to the Somalian court authorities, a necessity of Sharia law.

This is just not right! And, I do not know any person, Muslim or non-Muslim alike, who would defend the position of the Somalian court authorities. My father, who becomes a pretty devout Muslim, like millions of other Muslims around the world, would be disgusted with the stoning and condemn it with all his heart. I am sure, he would claim that real Islam is a religion of tolerance and love. I believe in my father's sincerity, but this does not change the fact that many Somalians (and their government) believe in a particular interpretation of Islam that preach violence and inequality of women.

I, as an intellectual, cannot find a reasonable line of thought to define "acceptable religion" and the "unacceptable religion," especially given that religions are not supposed to change or vary. Obviously, categorizing all the world's religions through one extreme incident is completely illogical. However, it brings to mind that there are countless interpretations of Islam (similar to other religions). So, there are questions that I want to raise: when it comes to religious tolerance, who shall we tolerate and who we shall not? How shall we separate willful submission to a greater power and outright corrupt oppression of the disempowered? Most importantly, where shall we draw the line between faith and reason?

PLEASE TUNE IN FOR A BRILLIANT RESPONSE FROM RADU.

Nov 13, 2008

The narrow and non-intersecting paths of knowledge

There are many distinctive shifts happening in the intellectual world. Driven by the immense speed of transmission, the interpretation and transformation of ideas is mind boggling. However, this speed carries with it the risk of creating complex, yet superficial paradigms that unable to comprehend deeper and more subtle connections.

A recent opinion piece, Electronic Publication and the Narrowing of Science and Scholarship , by James A. Evans, tackled a very related issue.

Evans rightfully complained that "as more journal issues came online, the articles referenced tended to be more recent, fewer journals and articles were cited, and more of those citations were to fewer journals and articles. The forced browsing of print archives may have stretched scientists and scholars to anchor findings deeply into past and present scholarship. Searching online is more efficient and following hyperlinks quickly puts researchers in touch with prevailing opinion, but this may accelerate consensus and narrow the range of findings and ideas built upon."

I think, this is an important problem in the era of ultra-focused researh, completely detached academic fields, and poor intellectual public out-reach.

Nov 11, 2008

The Different Perspectives on Evolution in Academia

NOTE TO READER: IF YOU ARE INTERESTED PLEASE DO READ THE COMMENTS BELOW. THEY DO MAKE SOME EXCELLENT POINTS.

Representations of Evolutionary Theory in Turkish Newspapers, a paper for which I am a co-author, will be presented in ECREA conference in Barcelona. Meanwhile, one of the co-authors, Murat Gülsaçan, brought to my attention the following paper by Setälä and Väliverronen, entitled Public acceptance of evolution and the rise of evolutionary discourse. This paper, though a little bit convoluted with jargon, seems to ask a very similar question with our paper, yet through a completely different epistemological glass.

We would argue that evolutionary theory is grounded in the rational thought. We would further argue that rational thought has a legitimate logical basis to make better predictions than other epistemologies. Setälä and Väliverronen, if I did not completely misunderstand what they were trying to communicate in their abstract, would argue that evolution is yet another kind of "rationalist discourse." It is very surprising, and somehow unnerving, to see this distinction within academia.

Nov 10, 2008

Obama ile ilgili küçük bir not

Unutmamalıyız ki, Obama dünya başkanı seçilmedi, Amerika başkanı seçildi. Kendi ulusunun refahı için Bush yönetiminden çok daha başarılı işler çıkaracağı neredeyse kesin. Ama Obama'nın getireceği yeni politikaların dünya için daha iyi olacağı gibi bir hayale kapılmamalı. Amerika başkanı olarak Obama, Amerika için çalışacak.

Bütün dünyada oluşan umut dalgasını 8 sene süren irrasyonel, militarist ve cibiliyetsiz Bush iktidarının bitişine bağlarsak ne ala. Eğer Obama'dan dünyayı değiştirmesini bekliyorsak, Obama'nın Amerika'nın, bir ulus devletin başkanı olarak seçildiğini unutmamız lazım. Obama, zafer konuşmasında da dediği gibi, Amerika'lılar için değişim vadediyor, dünya için değil.

Nov 5, 2008

Yaşlı beyaz adamlar ve bir siyah adam arasında yanlız bir Türk

Obama, Obama, Obama...

4 kasım akşamı, bir toplantı için gittiğim Chicago Üniversitesi'nin Hutchinson Hall denen büyük salonunda, Obama'nın ismi hep bir ağızdan tekrarlanıyordu. Duvarlara asılmış, yaşlı, beyaz, saygın görünüşlü akademiyenlerin portrelerine çarpıp bu ses, genç ve yaşlı, sakallı, atkılı, kepli, pipolu ve ister istemez beyaz bir akademik kalabalığa geri dönüyordu.


O salonda, çevremde mutlulukla, umutla, içtenlikle "başkanlarının" zafer konuşmasını dinleyen kalabalığın içinde kendimi yapayanlız hissettim. Birlikte, kendilerinden değişik birisini liderleri olarak seçebildikleri için duydukları gururu paylaşamadığım için hüzünlendim. Ülkelerinin kendini tekrar tekrar yenileyebileceğine, bir gün içerisinde kendilerini değiştirebileceklerine ve "bir kişinin dünyayı değiştirebileceğine" dair belki naif ama dürüst inançlarını kıskandım.

Yarın yeni bir gün olacak Amerika için. İronik bir şekilde, Obama'nın, yani siyah Kenya'lı Müslüman bir babanın, çocukluğunu Endonezya'da geçirmiş oğlunun, Amerikan başkanı olarak seçilmesi Amerika'nın, yavaş yavaş elinden kaybettiği global hegemonyasını yeniden, daha ideolojik kanallardan yapılandırmasına önayak olacak. Silahlara ve ekonomik güce dayanmayan bu yeni liberal akımının Türkiye, Avrupa, Ortadoğu ve dünya üzerindeki etkisini ise bekleyip göreceğiz.

Oct 19, 2008

Felsefi Diyaloglar III

Felsefi Diyaloglar: Giriş

Felsefi Diyaloglar I

Felsefi Diyaloglar II


İSTANBUL, EMIRGAN'DA ÇAYBAHÇESİ. BİR TARAF RUMELİ HİSARI... ÖNLERİNDE SEMAVER


Perihan Pekbilir Görece (PPG). Orhan. Bu son konuşmamızda çok fazla üstüme geldin, lütfen durumu entellektüel düzlemin dışına çıkarmayalım.


Orhan Elitoğlu Düşüntaş (OED). Yahu neden bunu bu kadar büyütüyorsun ki. Bu kadar eşitsizlik arasından ve bunca tartışma odağı içinden, cinsiyetlerimizi ön plana çıkarıyorsun ikili ilişkimizle ile ilgili konularda.


PPG. Daha buraya gelirken gözlerinle yedin beni be! Cinsiyeti mi kalmış. Artık şu tartışmayı bitirelim de, sonra şeytan görsün yüzünü.


OED [İçinden]. [Hay Allahım çattık vallahi] - Tamam tamam. kusura bakma.


PPG. Neyse. Ne anlatıyordum. Hah. Putnam diyordum.


OED. Evet evet. Gerçeklik hakkında konuşuyorduk.


PPG. Tamam. Şimdi bu Putnam ki aslında “eski okullu” bir Princeton filozofu bu adam, gerçeklik kavramı üzerine basit bir düşünce deneyi yaratıyor. Bu düşünce deneyinde iki farklı dünya düşlüyor: birisi bizim dünyamız, diğeri ise bizimkine ikiz bir dünya. Bu iki farklı dünyada herşey ama herşey birbiri ile aynı. İnsanlar, dağlar, güneş... Tamamen ikiz iki dünya. Sadece tek bir fark var, su bizde H2O iken orada farklı bir kimyasal yapı, mesela X2Y. Ama bu iki sıvının diğer bütün özellikleri birbirinin aynı. Bu durumda...


OED. Peki. Bu nasıl olacak tam olarak anlayamadım, ama hadi olsun bakalım.


PPG. Şimdi o dünyada bir Orhan'da var. Senin ikizin tamamen aynı. Ve o da, herşeyiyle suya benzeyen X2Y maddesine "su" diyor. Bütün herşey dilsel olarak aynı olsa da, iki su aslında birbirinin aynı değil. Bu da demektir ki, H2O ve X2Y gerçektir ve dahası bu gerçeklikleri kendi içlerinde saklıdır.


OED. Çok afedersin ama bu neden çok önemli bir "düşünce deneyi." Herhangi bir kimyacı da bunu sana söyleyebilirdi.


PPG. İyi de bu düşünce deneyi çok önemli bir felsefi tartışmanın odak noktası. Net olarak söylemek gerekirse, sorulan soru, şeylerin içsel anlamları var mı, yoksa bütün anlamlar (pragmatiklerin söyledikleri gibi) dışsal olarak "signifier"lar tarafından mı yükleniyor:


OED. Anladım. Sonuç olarak H2O’nun ve X2Y’nin “gerçek” fiziksel varlıklar olduğu ve de bu varlıkların diskur dışında da var oldukları konusunda hemfikiriz. Ama sen bunların anlaşılmasının, dil içinde yeniden yaratılmasının ve de iletişim sırasındaki hareketlerinin tamamen görece olduğunu savunuyorsun anladığım kadarı ile. Eğer ki doğa bilimlerini düşünürsek, sana tam katılamıyorum, ama tam da reddedemiyorum. Tarih veya daha “text” ile meşgul alanlara ise istersen sonra girelim çok dağılacak yoksa. Ama tabi ki erkek olduğumdan dolayı korkuyorum azıcık dikte ettirmekten.


PPG – Korkma Orhan’cığım, açık konuşmak gerekirse, kendi sosyal habitatımızda konuşma alanımızı yarattık. Garip bir dinamik oluşturduk. Ama yine de sen dikkati elden bırakma ve unutma, senden, ikram beklemiyorum. Gerekirse kendim konuşmayı dikte ederim ya da bitiririm, sen o yüzden sakin ol!!! Korkma, devam et...


OED. [İyice maymun olduk yahu, neyse...] Tamam peki. Benim sorunum şu. Özellikle fizikte, aynı zamanda kimya ve biyolojide çoğu zaman tekrarlanabilir ve değişmeyen bilgilere emprik yöntemlerle ulaşılabiliyor. Yani bilimsel epistemoloji ile değişmeyen ortaklıklar, sabit kategoriler ve aynı koşullar yaratıldığında her zaman tekrarlanabilen deneyler oluşturulabiliyor. Burada pek bir görecelilik göremiyorum. Diğer bir deyişle X2Y ve H2O'nun gerekli bilimsel epistomoloji sürecinden geçirilerek anlamlarının ayrılabileceğini düşünüyorum. Burada da Popper'ın aslında önemli olduğunu düşünüyorum.


PPG. Sen öyle düşünüyorsun da, o zaman sen Popper'a girmeden hemen Whorf'un meşhur yakıt bidonu örneğini vereyeyim. Unutma Whorf bir mühendis olarak yetişmiş, o yüzden sakın bu adam gazdan, bidondan ne anlar diye önyargılar geliştirme. Neyse, Benjamin (Whorf) abimizin dikkatini çekiyor ki, üzerinde dolu yazan yakıt bidonlarının yanında insanlar dikkatli davranırlarken, üzerinde boş yazan bidonların yanında insanlar çok daha rahat davranıyorlar, sigara içiyorlar falan. Ama fiziksel olarak üzerinde boş yazan bidonlarda, arta kalan yakıt ve daha önemlisi açığa çıkmış yakıt gazları var. Bu da bidonları aslında daha tehlikeli yapıyor. Ama insanlar kafalarında tamamen fiziksel bir sıfat olan ve bidonlarda sıvı olmadığını belirten "boş" kelimesini, aynı zamanda "tehlikesiz" olarak da anlıyorlar. Diğer bir deyişle kelime anlamlar kazanıyor. Whorf bunları değişik Amerika kıtası kabilelerinde inceleyerek örneklerini çoğaltıyor ve iyice ileri giderek insan grupları arasında mesela zaman kavramının nasıl değişik şekillerde anlaşıldığını ortaya koyuyor.


OED. Gerçekten çok ilginç. Bu tabi ki Chomsky'nin ve daha sonra Pinker'ın ortaya koyduğu teorilerden çok daha farklı.


PPG. Orhan kusura bakma benim kalkmam lazım. Bugün fazla garip davranmadın, o yüzden teşekkür ederim.


OED. Önemli değil, teşekkür ederim bu haftada geldiğin için. Haftaya yine buluşuyoruz değil mi? Hatta bu sefer seni bir akşam yemeğine çıkarayayım olmaz mı?


PPG. Yuh Orhan... Yuh. İki dakika aklın başka bir şeye çalışmıyor mu?


OED. Niye yahu.


PPG. Benim Boğaziçi Üniversitesi Bilim Kulübünde bir konuşmam var, ondan önce kulüp odasında buluşalım istersen. Ama artık bana asılmayı bırak Orhan, lütfen.


OED. Tamam tamam peki. [Bu hatun yemin ediyorum, bu nazından çekici geliyor bana herhalde] Haftaya kadar hoşçakal o zaman.

Oct 7, 2008

Maverics, ponds and oceans

Who you callin' a Maverick is a very interesting article in NYT about a Texan family, who carries the name Maverick. It is one of those "only in America" stories.

I, being an "alien" in America, am fascinated by American politics, albeit dissappointed. It is really sad that the American political discourse is trapped in a shallow pond. It is even sadder that this pond lies just a couple of steps from an ocean of interesting ideas.

Sep 19, 2008

Felsefi Diyaloglar II - Gerçeklik ve Yansımaları

Bu diyaloglara kısa bir giriş için tıklayınız.

Bir önceki diyalog için tıklayınız.

PERİHAN VE ORHAN BU SEFER ANKARA SAKARYA'DA NET PİKNİK'TE BULUŞMUŞLARDIR.  RAKI İÇMEKTE VE DE MELİH GÖKÇEK'TEN KONUŞMAMAK İÇİN FELSEFE KONUŞMAKTADIRLAR.

Perihan Pekbilir Görece (PPG):  Merhaba Orhan.  Geçen sefer benim kadınsallığımı kullandığımı ima ettin.  Emin ol çok şey var söyleyeceğim ama karıştırmıyorum (DOMUZ!!!)  Onun yerine şimdilik sineye çekip sözü bu sefer sana bırakıyorum.

Orhan Elitoğlu Düşüntaş (OED):  Tamam tamam kızma.  Şimdi aslında geldiğimiz nokta son derece sorunlu bir nokta:  Nasıl biliriz? Sorusuna takıldık temelde, yanlış değilim değil mi?  Biraz daha açarsak, bildiğimiz ile gerçek arasında bir bağlantı var mı?  Var ise bu bağlantı ne üzerine kurulu?  Tabi ki aslında gerçeklik var mı sorusu da belki daha temel bir sorunsal...  Bunu burada çözebileceğimizi sanmıyorum ama en azından belli bir tartışma zemini yaratmak enteresan olabilir?  

PPG – Gerçeklik ve bilmek arasındaki bilgi üzerine o kadar çok insan konuşuyor ki, gerçek anlamda biz zemine oturtmak zor.  Açıkçası benim en çok kafama yatan görüş, düşüncelerimizin dil içinde görece yapılar oluşturduğu.  Bu yapıların diskur içinde tekrar tekrar yeniden yapılandırılması ile devamlı değişen yapılar oluşuyor ve aslında biz bu yapılar içinde varoluyoruz.  İsmini de koyarsak Bourdieu vari bir post-yapısalcılık bana çok yakın geliyor.  Hatta bu yapıları Saussure ve bittabi Peirce’e varan bir dilbilimsel bağlamda incelersek tamamen signifier’lar içerisinde yaşadığımızı söyleyebiliriz (yahu zorluyoruz konuyu şu herifi alt edecez diye ama dur bakalım, bak kızdırdı beni ipin ucunu kaçırdım hafiften).

OED – Nasıl yani Perihan, sence şu önümüzde gördüğümüz gözlüklü kel adam, aslında “yok mu?” (ulan bu keltoş Perihan’ı mı kesiyor inceden, dur bakalım, gerekirse adama şöyle sertçe bakayayım, herkesin yeri belli olsun.)  Adam fiziksel, biyolojik bir yapı değil mi?  Baudrillard vari bir simulacra mı bütün varlığımızın bağlamı.  Bir nevi matrix ve de hepimiz birer potensiyel Neo’yuz yani?

PPG – Hmmm.  Fiziksel gerçeklik yok demedim ben. Sadece gerçeklikle, o gerçekliği algılamamız, yorumlamamız ve de dil içinde yeniden üretmemiz fiziksel gerçeklikten ayrı, tamamen bağımsız bir dünya yaratıyor.

OED - Biraz daha açar mısın?

From Budapest

PPG - Bak mesela ben bu resmi Budapeşte'de çektim.  Gerçek hayatta renkleri, dumanı vb. bu şekilde görmemiz mümkün değil.  Ama değişik lenslerin ve modifikasyonların bu tip yüksek karşıtlıklı imgeler oluşturabileceğini biliyoruz.  Aslına bakarsan bu fotoğrafı çekerken aynı olayı (uçakların geçişini) çıplak gözle gördüm, kamerada nasıl yeniden oluşturulacağını hayal ettim, kameramı kullanarak hayalimdeki yansımayı kaydetmeye çalıştım, ortaya çıkan imge o gerçekliğin yeni bir yorumu oldu.

OED - İyi de bu zaten bilimsel (ve hatta modernist) yaklaşımlara ters değil ki.  Fotoğrafik imgelerle ilgili bu tip çıkarsamaları hatırladığım kadarı ile Susan Sontag'da yapıyor ama onu hiç karıştırmayalım istersen.  Kimse herşeyi yüzde yüz bildiğini iddia etmiyor.  Benim asıl meselem, bu gerçekliğin belli metodlarla daha isabetli ve de daha geniş açılarla algılanabileceği.  Bu bence senin söylemine yakın, Popper mesela bir şekilde bilimsel epistemolojinin takip edilmesi halinde, yavaş yavaş gerçekliğe daha çok yaklaşılacağını düşünüyor.

PPG -  Dur şimdi.  Gerçeklik anlayışım için sana Putnam’ın alternatif evrenlerini ve de iki ayrı “su” kavramını analiz ettiği düşünsel deneyini örnek verebilirim.  Ama bu gerçekliğin insan kültürlerinde nasıl değişik algılandığını Whorf’un antropolojik ve dilbilimsel örneklemelerinden çıkarsayabiliyoruz.  Hem özellikle daha text ağırlıklı bilgilerin, özellikle de tarihin nasıl değiştiğini ve de “gerçek” tarihin olmadığını da savunuyorum.  Bilimsel epistemolojiye gelince sonuçta o da ayrı bir kültür.

OED –  Hmmm.  Tamam anlıyorum ne demek istediğini galiba.  Hani bir gerçeklik var ama buna asla erişemeyiz, her zaman bir görece söylem perdesinden bakacağız gerçekliğe.  Ama ben sana bilimle ilgili söylediklerinde katılmıyorum. Bilimin de tam burada, diğer kültürlerden ve de bilme şekillerinden ayrıldığını düşünüyorum.  Ama dur şimdi, Putnam ne yapmıştı ki bu kadar önemli ben bilmiyorum.  Hem Whorf'u da tam bilmiyorum ben (Ulan şu öndeki kel herif iyice sinirime dokundu.  Pis cüce)

PPG – Feminist harekete karşı ukalalıklar döşeneceğine biraz okusaydın fena olmazdı.  (Neyse, içimde kalmadı.)  Ama dur bu hafta yorulduk, haftaya anlatayayım.

OED – Bu arada Perihan bu sohbetleri çok seviyorum.  Başka insanlarla bu kadar düzeyli konuşamıyorum.

PPG – (Nooluyo lan, herif direk yazdı, dur bakalım bunun sonu nereye varacak).  Orhan sende olayı bir düzey, bir ilerilik gerilik düzlemine çektin.  Ne düzeyinden bahsediyorsun.  Hadi sen şimdi kafanı karıştırma, biraz daha konuşursak gelecek hafta açılırsın.

 OED -  (Of be ne tepkisel hatunmuş, işimiz var ha).  Tamam canım, kızma.  Hadi görüşürüz o zaman.

Aug 30, 2008

Buda Kalesi ve Ortaçağ Haritaları

Buda kalesinin tepesine doğru, en yukarıya, en uca, en ulaşılmaza çıkmak için yorgun bacaklarımı iteliyorum. Güneş arkamda, gölgem benden önce çok uzaklara gidiyor, onun arkasından koşuyorum. Elimde fotoğraf makinem, kulağımda Bartόk’ün Romen Dansları yavaş yavaş tırmanıyorum merdivenleri.



Arkama bakmamaya kararlıyım, Izanagi’nin hatasına düşmeden, güzellikler tam olmadan ve de çirkinlikler saklanmadan ağaçların arasında, görmek istemiyorum Budapeşte’yi. O yüzden gözüm ayaklarımın altında bir belirip bir yiten basamaklarda.


Bır yandan da Hartmann Schedel isimli bir Alman’ı düşünüyorum. Onun elinden çıkan Scedesche Weltchronik isimli kitabın sayfalarında, daha 15. yüzyılda, Buda şehri (ki o zaman Peşt kısmından ayrı) ve kalesi, ayrıntılı bir şekilde haritalanmış. Ortaçağ’ın o yarı bilimsel yarı mistik kalemleri, Buda’yı Almanlar için tanımlamışlar. Bense bakmadan kitaplara ve haritalara, bir sokağın arkasından gelen diğer sokağı takip ediyorum, sırf birazcık bilinmezlik hissetmek için.



Haritalar ve turıst rehberleri neler yapacağınızı siz daha bilmeden sizin için dikte ettiriyor, bütün şehirler kendi minik karmaşalarından arınıp, biz gezginlere steril tadlar sunuyorlar. Budapeşte'nin biberleri ve Fransa'nın Eyfel kulesi. Haritalar ve turist rehberleri, nefret ediyorum bütün bunlara bağımlılığımdan. Hiç bir kafe orijinal değil, hiç bir sokak gidilmemiş değil, hiç bir manzara görülmemiş değil, şehirler klişe imgelerin ve basit arzuların elinde iki düzleme inmiş. Ve kendi gözlerimizle görmek şehirleri artık çok zor. Düşünüyorum bazen, Ortaçağda bir gezgin olmak. Hastalıkların, yoksulluğun, pisliğin arasından daha önce hiç bir insanın görmediğini ilk defa görmek, yazmak, anlatmak.



Müzik değişiyor, Rachmaninof’un çaldığı eski bir kayıt çalınıyor kulağıma, Lizst’in Macar Rapsodisi. Adımlarımı hızlandırıyorum, arkaya bakmamalıyım, Buda neredeyse ayaklarımın altında biraz daha gayret. Ama hayır dayanamıyorum. Arkamı dönüyorum ve karşımda ağaçların arasında fışkırmış kilise kubbeleri ve kuleler. Ne tam bu manzara, ne de Budapeşte'nin sunduğu en estetik görüntü. Fakat garip bir şekilde sadece benimmiş gibi hissediyorum, elim fotoğraf makineme gidiyor ve de o görüntüyü de benden sonra gelenlerden çalıp makinenin dijital hafızasına hapsediyorum.



En sonunda, turistlerle dolu bir tepeye ulaştırıyor beni bu merdivenler. Sinirim bozuluyor. Turistler hem kendi yabancılığımı hatırlatıyor, hem de geldiğim yerin çoktan binlerce göz tarafından görüldüğünü. Hayallerimi bir yana bırakıyorum ve arkamı dönüyorum, Budapeşteye bakmak için...

Aug 24, 2008

Felsefi diyologlar I - Žižek, Nietzsche ve de Sound of Music

Bu diyolaglarla ilgili kısa bir giriş için tıklayınız.

Perihan Pekbilir Görece (PPG) - Merhaba, geçen gün youtube’da geziyordum bir de baktım ki Žižek’in yeni bir video’su ortalıkta dolanıyor. Bu sefer 1960’lardan klasik muzikal “Sound of Music” ile ilgili çok çarpıcı saptamalar yapıyor ve temelde fılmin altmetninin açıkça ırkçı olduğunu savunuyor. Bence Žižek mükemmel ve ahlaki olarak çok yukarıda bir düşünür: batı medeniyetinin bütün ırkçı foyalarını açığa çıkarıyor ve de göremediklerimizi bize gösteriyor.

Orhan Elitoğlu Düşüntaş (OED) Hmmm. Ben izlemedim bir bakayayım.



OED - Yok Perihan. Bu iş olacak gibi değil. Bu fikirlerin hiç bir epistemolojik temeli yok. Žižek’in burada söyledikleri doğru olsa da olmasa da, aynı fikirleri ben söylesem hiç bir manası ve kuvveti olmayacağı gerçeğini değiştirmez. Žižek kendi yarattığı bir popüler aura ile tamamen kendi ideolojik düşüncelerinin ve daha önemlisi popüler ve klişe ile olan kavgasının, kendi güç ilişkilerini kullanarak dışavurumu. Nietszche’nin de dediği gibi “[itikatler] kabuller doğruluğun en büyük düşmanıdır.” Bana öyle geliyor ki Žižek kendi kabulleri temelinde düşünüyor (Lacancı bir birey kültü). Özgür görünse bile aslında belli normalara olan tepkisinin esiri olmuş durumda entellektüel olarak ve düşüncelerini özgürleştirecek veya sorgulayacak sağlam bir epistemolojiye sahip değil.

PPG – Senin bu eleştirilerin çok temelsiz, çünkü Žižek tam da senin saldırdığın görece düşünce sistemlerinin, mesela yapıbozumcuların, karşısından kendini konumlandırıyor. Yine de senin gibi pozitivist bir yaklaşımı olmasını gerektirmiyor.

OED – İşte burada yanılıyorsun. Çünkü ben yapıbozum, ki Derrida’nın epistemolojisi ve ne yapmaya çalıştığı çok belli, karşısında olmadığım gibi, pozitivist kültürün çok sorunlu tarafları olduğu düşüncesindeyim. Ama bunlar Žižek’in düşüncelerinde hiç bir metodolojik veya ontolojik sorumluluk taşımadığı, dahası taşımak gereğini bile reddettiği gerçeğini değiştirmiyor.

PPG – Senin çok sevdiğin Nietcszhe’ye göre “matematikçilerin kullandığı ‘tanımdan yola çıkarak’ şeklinde başlayan kabullerde olduğu gibi... nedensellik nihayetine hiç bir zaman getirilmez” Yani her düşünce sisteminin başlangıcında belli kabuller vardır. Bu durumda senin Žižek’e olan eleştirin bile bir çok kabule dayanıyor.

OED - Bu işin içinden çıkamayacağız galiba, ama şunu söylemek istiyorum. Žižek ve benzer popüler filozofların en çok takıldığım noktası, düşüncelerinin yayılmasını popüler olmalarına borçlular. Yani, senin de kabul edeceğin gibi Žižek’in düşüncelerinin Habermas’ın veya Foucault’un düşüncelerinden, hatta İncil’den veya Kuran’da dile getirilen fikirlerden daha yukarıda ya da aşağıda olduğunu savunmak çok verimli bir tartışma olmaz tahminimce, özellikle görece fikirler zamanında. Amma velakin, görünüş o ki, popüler olmak, rahat anlaşılmak ve de anektodal veya medyatik olmak son derece kolaylaştırıyor belli düşüncelerin yayılımını. Yine Nietszche’den bir alıntı yapmak istiyorum: “...yüzeysel (tamam olmayan) bilgi, tam bilgiden daha başarılıdır: şeyleri daha basit bir şekilde anlar, ve daha rahat anlaşılır dolayısı ile daha çekici (ikna edici) fikirler ortaya çıkarır.”

PPG – Hmmm... Bunu Žižek için söylemek gerçekten doğru mu bilmiyorum. Çünkü her ne kadar youtube’da nispeten anlaşılır ve slogan vari narrativleri bulunsa da, yazıları oldukça yüklü referanslarla ve devamlı değişen, okuması güç fikir yumakları ile dolu. Sende biliyorsun bunu.

OED – Doğru söylüyorsun ama yine de bence bir sorun var. Sadece Žižek’ten kaynaklanan değil, felsefe ve sosyal bilim kültüründe iyice kemikleşmiş kişi kültü sorunu. Dikkat edersen bütün bu diyalog sırasında bir kişi hakkında konuştuk. Sanki o kişi bir peygamber imiş gibi. Üstelik bunu yaparken başka filozoflara atıflarda bulunduk, yine sanki onların söyledikleri kesinlikle doğruymuş gibi. Bu sorun kişi kültleri benim kafamı çok zorluyor ve rahatsız ediyor. Bir yandan da bunun ötesine nasıl geçeğimi bilemiyorum.

PPG – Bence de çok haklısın. Çünkü, iki düşünce akımı birbirleri ile diyalektik bir ilişki içinde değil ise yapısalcılık-postyapısalcılı, marksizim-capitalizm, vb. karşılaştırma yapmak neredeyse imkansız hale geliyor. Bu konuda aslında Putnam’ın düşüncelerine bir bakmak lazım. Gelecek hafta belki devam ederiz olur mu?

OED – Kadın olarak tamamen domine ettin bu diyaloğu. Femist akımdan dolayı korkuyorum, sesimi çıkaramıyorum. O yüzden sen ne dersen kabülümdür!

Aug 21, 2008

Penguenler ve büyük fikirler

Marburg şehrinin eski kısmındaki ortaçağdan kalma ana caddesinin (ki bu cadde neredeyse bizim istanbul’daki evin olduğu Şair Ahmet Kemal sokağı kadar uzun, neredeyse beş yüz metre) tam ortasında, kahve dükkanlarının ve barların ortasına sıkışmış bir kitapçı var. Bu kitapçı hayatımın son altı ayında önemli bir yer tutuyor. Neden derseniz, Marburg’da satın alabileceğiniz İngilizce kitapların çoğu burada bulunuyor.


Marburg’un karakterine çok da uymayan, spot ışıklar ile aydınlatılmış bu kitapçıda bulunan kitaplar, genel olarak benim son zamanlarda ki edebi dağarcığımı belirliyor. İki ay önce, Penguin yayınevinin çıkardığı Büyük Fikirler (Great İdeas) serisinin bir kısmı, iki rafı işgal eden İngilizce kitap bölümünün bir rafını kapladı. Ben de heyecanla bu kitapların arasına kendimi attım. Penguen’in iddasına göre bu kitaplarda anlatılan fikirler “medeniyeti sarstı ve bizi biz hapmaya yardım etti.” Bu şaşalı tanıtımı hakedecek eserler yok değil serinin içinde. Nietczhe’den Proust’a, Orwell’den Emerson’a bir çok tanınmış ismin, çok da bilinmeyen, ama hayatları boyunca ürettikleri fikirleri öyle ya da böyle özetleyen görece kısa yazılar var toplam 60 tane.

Son aylarda bu seriden bir çok kitap okuma şansım oldu ve de bazı görüşlerimi sizinle paylaşmaya karar verdim. Genelde bu seride temsil edilen fikirler batı entellektüel birikimin temel etiksel, epistemolojik sorunsalları üzerine. Bu blog dizisinde yapmaya çalışağım, kafama takılan bir soruyu alıp, kitaplardan alınan alıntılarla ve kendimi çok ciddiye almadan, küçük bir diyalog yaratmaya çalışmak olacak. Tabi, eğer ilginizi çeker de bu diyaloğa eklemeler yapmak isterseniz, eminim yazılar çok daha zenginleşir. Bu kitapların hiçbiri (en azından benim bildiğim kadarı ile) Türkçeye çevrilmediğininden, bu yazıları Türkçe yazmamın daha doğru olduğuna karar verdim.



Küçük bir not. Penguen meselesi çok komiğime gidiyor. Düşünsenize, gözlüklü, atkılı ve çok ciddi bir Penguenle bir kafede oturmuşsunuz ve de bu penguen size felsefe anlatıyor, şarabını yudumlarken. Komik (ya da benim espri anlayışım iyice acayipleşti bilemiyorum). Neyse, ilk yazı Felsefe epistemolojisi üzerine.

Aug 13, 2008

Magicians and Neuroscientists

This is really really fun. Even though neuroscientists tend to over-generalize at times, their findings are amazing. Here is a NYT article about the magicians, their tricks and the neuroscientific explanation to that.

As for the original review article in Nature-Reviews

Aug 7, 2008

The small dictatorship in the middle of Germany - ???

Amazingly enough, Marburg is in New York Times.

"This fairy-tale town is stuck in the middle of a utopian struggle over renewable energy. The town council’s decision to require solar-heating panels has thrown Marburg into a vehement debate over the boundaries of ecological good citizenship and led opponents to charge that their genteel town has turned into a “green dictatorship.”

Aug 3, 2008

Murat Gulsaçan: 19 Satırlık “Bilim Haberi” Vakası

Neredeyse tümüyle yapay parçalardan oluşturulmuş ilk DNA Japon kimyacılar tarafından geliştirildi. Türkiye basınında "İlk akıllı DNA" diye haberleşti. Anlaşılan o ki editörler, bilim muhabirlerinden temel biyoloji bilgisi beklemiyor... Anlamadan derlenen bu haberin herhangi bir okuyucu tarafından anlaşılması da elbette mümkün değil. MURAT GÜLSAÇAN'IN YAZISININ GERİSİ İÇİN

Jul 31, 2008

Italy and Bosnia - 10 Minutes

Sad, true, blunt. Imamovic captures the amazing obliviousness of the world and Europeans, in particular to the violence in the heart of Europe.


It seems that the director's new film, Go West, is facing stiff criticism in Bosnia because it tells the story of a clandestine gay relationship in the backdrop of the Bosnian war.

Going and telling - All about self!

Producing ideas, subconsciously and essentially, linked to disseminating them and, in the very core of it, it makes intellectuals self-promoting. In fact, all production of knowledge is essentially narcissistic and I think there is nothing wrong with that.

As bad as it sounds, it is exactly what an intellectual is: A person, who dedicates oneself to "know" and "think" more than others. This is exactly why an intellectual generally promotes her own ideas, constantly and aggressively. If you are a writer, an artist, a photographer, a scientist, a philosopher, a poet, or anyone who frames, visualizes, mixes, tests, questions, criticizes knowledge and ideas, then you have (and should have) more to tell... Not only, it is an urge (at least for me) to talk about my ideas, but it is (and should be) expected by the society.

Think about the social scientists. They (we) claim to know why people behave/vote/socialize/drink (you name it) better than the people themselves. Well, I think, we do know better. I personally would judge why my mother votes for secularist party every single election, not by her own words, but by the academic research on the voting trends in Turkey.

Or, think about this photographer, Jim Lo Scalzo's recent project called "Evidence of My Existence." It is a very personal account of his life. In the narrative, you hear about the hardships he has had with his wife or his clumsiness in the first fieldwork he did in India. If it was somebody else, I would not even bother to look or listen to what he has to offer. But, NO! Jim Lo Scalzo is not a random guy. His experience as a traveler and a photographer surpasses mine (and many others) and I am more than willing to listen to what he has to say.

There is a thin line between sharing an interesting , well developed, sophisticated and above all, coherent way of looking at the world and simple, low-quality self-promotion. In the seemingly endless and deceivingly egalitarian world of internet, the line is even thinner. (see a very interesting article about this at http://www.edge.org/discourse/carr_google.html)

The question is: how to differentiate between different types of knowledge production around us.
For instance, there are a lot of similarities between the scientifically well-respected (but not uncommonly despised) The Edge web site and equally or more popular Islamic creationist web site of Harun Yahya. They are both essentially promoting specific ideas (ideologies). They are both very sure of their own value. They both think that issue of evolution is extremely important to discuss. They both have significant amount of content. But, I would never visit Harun Yahya's webpage, but has a RSS feed for The Edge website. Why?

The rational answer to this question remains one of my greatest puzzles?

Jul 12, 2008

DNA ve Korkunçluk - Hakkı Devrim'e Açık Mektup

Sayın Devrim,

Yazılarınızı hep bir hoşlukla okurum. Ancak 12 Temmuz 2008 tarihli "19 satırlık korkunç haber" isimli yazınız beni rahatsız etti ki, bu rahatsızlığın birden fazla nedeni var.

İlk neden, Türkiye'de artık akut hale gelmiş bilimsel cahilliği sizin gibi entellektüel yelpazesi geniş bir insanın bile "normal" karşılaması. "Bilimin zirvelerinde olup bitenlere pek aklımız ermez," diyerek, hayatımızı şimdiden, hiç düşünmediğimiz kadar etkileyen bilimsel gelişmenin ve literatürün tamamen anlaşılmaz, bir kısım toplumdan ayrı insanların ürettiği bilimkurgu filmlerinden takip edilecek bir süreç olduğunu iddia ediyorsunuz. Bu imanız, sanki teknolojinin ve bilimin insandan ayrı, kendinden işleyen bir varlık olduğu şeklinde de yorumlanabilir. Bir bilim insanı olarak sizi temin ederim, dünya üzerinde olan en "insani" işleyen üretim biçimlerinden birisi bilim. Aynı zamanda da, her entellektüelin, en azından belli bir ölçüde, haşır neşir olması gereken bir süreç.

İkinci olarak da bilime getirdiğiniz eleştirilerin son derece yüzeysel olması. Aldeus Huxley, ki bilirsiniz bilimsel ve entellektüel olarak namlı Huxley ailesinin üyesidir, kitabında teknolojileri sadece bir araç olarak kullanmıştır. Bana göre "Cesur Yeni Dünya"nın asıl problemi üretkenlik ve verimlilikten başka bir ideale yeri olmayan bir toplum olması. Üstelik, düşünürseniz, bilimin getirdiği felaketler şimdiden tepemizde. Ölüm kusan uçaklardan, atom bombasına, zehirli gazlardan, biyolojik silahlara. Ama yanı zamanda, kanser tedavilerinden, tarımsal gelişmelere, iletişim araçlarından, galaksinin sırlarına yüzlerce olumlu gelişme de yaşanıyor bilim camiasında. Önemli olan gerekli, öngörülü etik kaygıların devamlı tartışılması ve de demokratik süreçler ile gereken kısıtlamaların yapılması. Ancak, en nihayetinde elimizdeki ile ne yaptığımız bize bağlı, buluşları suçlamanın bir alemi yok.

Türkiye'de en çok üzüldüğüm durum, gerçek anlamda bir bilimsel tartışma zemini yokken, bilim eleştirisi konusunda kimseye pabuç bırakmamamız. İnanılmaz derecede palazlanmış, artık Avrupa'ya fikir ihracatı yapan "yaratılışçılardan," sizin gibi bilimden "mistik" bir şekilde çekinenlere kadar Türkiye'de bilim eleştirisinin bini bir para. Bence Türkiye'nin bilimsel üretiminin küçücük boyutu düşünüldüğünde, bilimin kendisinden çok, entellektüel kesimin bu kadar bilim cahili olması "korkunç."

Saygılarımla,

Jul 3, 2008

Turkish Science

Knowledge production in Turkey is hampered by many setbacks. I think, the problem arises primarily because academic and intellectual leaders gain their power through personal relationships and political views. Nature seems to be interested in this topic for a while now. FYI.

May 31, 2008

Özdemir İnce'ye Mektup - DNA ve İslamcıların Kanları

Sayın İnce,

31 Mayıs 2008 tarihli "Allah akıl versin!" isimli yazınızın sonuç cümlesinde ima ettiğiniz "DNA taraması" yolu ile "İslamcıların birçoğunun damarlarında Rumlaşmış, Ermenileşmiş Anadolu yerli halklarının kanı" ibaresi çok problemli.

Kan ideolojik ve tarihsel olarak çok yüklü bir kavram. Her ne kadar kültürel anlamda Türk kanı, Yunan kanı, Anadolu kanı bir çok anlam taşısa da, biyolojik olarak hiç bir coğrafyaya veya topluluğa özgü bir "kan" yok. Hepimiz aynı kanı taşıyoruz. Evrimsel olarak çok yakın zamanda Afrika'da başlayan insan yolculuğunun ilk duraklarından olan batı ve iç Asya'nın toplulukları karışık evrimsel ve sosyal süreçler sonucunda ortaya çıkmış karmaşık bir genetik örgü oluşturmakta. Bu durumda ne Anadalu "kanından" bahsetmek mümkün, ne de "Türk" kanından. Her ne kadar siz de aynı olayı ifade etmeye çalışsanız da, genetik biliminin Rum'u, Ermeni'yi, Türk', birbirinden ayırabileceği iması yanlış anlaşılmaya son derece müsait.

Genetik bilimi biyolojik bir kavram olarak insan ırklarının anlamsızlığını defalarca kanıtlamış durumda. Ne yazık ki, tam da araştırmacıların bulgularının tersine, genetik bilgi sanki dünyadaki ırkların (veya etnik grupların) kesin, değişmez tanımını yapmak için kullanılıyormuş gibi anlaşılıyor. Entellektüel kimliğini öne çıkaran bir yazar olarak, bu tip konularda kavram karmaşasının önüne geçmek ve de kullandığınız terimleri özenle seçmek sizin sorumluluğunuz. Bu konudaki diğer yazılarınızda daha dikkatli olacağınız ümidi ile.

Saygılarımla,

May 23, 2008

Anatolia

First season of fieldwork in Central Anatolia. Summer 2004. Kardes Turkuler on my ipod.



"I am lost... I am lost in my own country.
"

These are the thoughts that haunted me as I drove a crappy station wagon, along the dirt roads somewhere near Nigde. The sun blew its unbearably hot breath from the windows and I passed ruins and hills and mounds and fields and villages.

I knew I had to stop in each of these small, worn-out, vanishing homes... I had to know who they were and I had to tell the world about them. I had to show how ancient and how important these people actually were. Yet, at that lost moment, I drove on.


And came a time the path took a left turn and there was nothing but the dark, dirty Central Anatolian yellow. I looked at my compass, as I knew I needed to go East and I kept driving.

May 5, 2008

The new exotic and the new cool!


Brooklyn Funk Essentials one of the many groups that have become regulars of the Istanbul music scene.

In the confusing, yet ever growing cultural maze of Istanbul countless groups and artists emerge in the last decade. For some, Istanbul, "where east meets west" became the new intellectual focus, as the east European cities were, when the grip of Soviets were weakening. For others, it represents a lost illusion of peace and tolerance. Others, who search for the 'safe exotic', found it in the hamams and whirling dervishes of the city. The more daring,went to the underground dens of vice, hidden in Beyoglu. It indeed has been a place for exotic and interesting social norms and histories and we pick and choose among them. Istanbul is becoming the new 'cool.'


I find this amazing and equally confusing. We, the conformist intellectuals of the 21st century, are shaping an illusion of a city for our own use.

Apr 30, 2008

The "Lessig Style"



Larry Lessig of Stanford University is neither an anthropologist, nor a scientist.  He is, of all occupations, a lawyer.  Yet, he is a very interesting lecturer.  His presentation style, now known as the "Lessig Style," seems to influence people's way of presenting their ideas.  Here is a recent commentary by a physicist on presenting "Lessig Style."  As for me, I find some of the elements, such as using single quotes or buzz-words on a single slide very helpful to emphasize a point, and rejuvenate the attention of the listeners.

Apr 25, 2008

The power of the Music



Milan Kundera asked in his fabulously inconclusive novel Immortality:

"Does love for art really exist and has it ever existed? Is it not a delusion? When Lenin proclaimed that he loved Beethoven's Appassionato, above all else, what was it that he really loved? What did he hear? Music? Or a majestic noise that reminded him of the solemn stirrings in his soul, a longing for blood, brotherhood, executions, justice, and the absolute? Did he derive joy from the tones, or from the musings stimulated by those tones, which had nothing to do with art or with beauty?"

His question, long forgotten, popped right back in my mind when I see this clip...

Apr 10, 2008

Zaman Makinesi

Radikal İki'de Türkiye'de bulunan ilk Homo erectus ile ilgili bir yazım çıktı bilginize.

Mar 31, 2008

An exotic train inside your soul -or our pathetic generation

The lost souls of the post-modern age hit us on the face everywhere we turn. Daarjeeling Limited by Wes Anderson is just another slap, a very gentle one, but a slap nevertheless...

It seems for the generation Y, or whatever my generation is called, there is no cause except a nihilistic emotional self-exploration and no ideology except an extremely sophisticated mourning for a colorful, exotic and irreversibly lost past.

Mar 18, 2008

Chronicles of a dissolving past

I am again feeling that familiar tingling in my stomach sitting in the seat numbered 107, facing the opposite direction to the train’s movement: a longing to escape. My kind seems to fear future; hence we prefer to look to the past for answers.


We live in the land of blurry, unsolved memories and present is always a train ride.

Mar 16, 2008

Marginalia on Marginalism in Contemporary Times

Radu and I wrote an article on Marginalism. It was recently published in the journal Exquisite Corpse. If you are interested here is the link.
Marginalia on Marginalism in Contemporary Times

Mar 14, 2008

Faces of Berlin

Many of the faces of Berlin are hidden deep under the uncomfortably familiar, serious, and dire grimaces. The moment we stepped outside of the train station, I felt the powerful, unblinking gazes of war, violence and separation. Berlin was branded with the Mark of Cain and it was hard for anybody to look past the ghosts of this city.

As Emma the storm blew over us violent and unpredictable, we walked past the colossal, ugly and powerful Soviet Embassy building –now obviously the Russian Embassy. It was the most unpleasing weather and it was hard to concentrate on anything but the most obvious.


Yet, my eyes caught the glimpses of life..

The people, young and old, seemingly oblivious to both Emma’s vicious touch and Soviets’ dire memory, were there: visible, moving, different, present, colorful, interesting. Life penetrated the atrocious memories of the city as the vivid green of the unyielding life cracks the stones.

In my head there is a map of Europe. Most of the places are still labeled as terra incognito. In the very center, I had marked Berlin with big Medieval letters, hic sunt dracones. Now, instead, it says: “Next time I have to party at White Trash Fast Food

La France qui se leve tot

How sad, simple and eternally greedy it is to look down to Earth from the expensive glasses of an economist.

A BBC article about French students quoted a person from the careers office of Montpellier University as she declared:

"In France, many young people don't study the right subjects..."I advise them they need practical qualifications to work. I come from the private sector and I know that private businesses need young people and, of course, that is where the money is, too. But our education system is a 'has been' - it's too rigid,"

When did we allow our universities to be governed by career offices, BBC articles and above all business?

I agree... Of course, unemployment is a problem. Of course, students would want to have good jobs. Of course, the reluctance of French academia to change is annoying.

But it seems that 21st century diminished the role of the University to a factory to produce "good workers." And nobody seems to be worried!!!

Mar 11, 2008

RealPolitik, Şiddet ve Neoliberalizm III: The Evil Youngsters

2005 protestoları bence unutulmaması gereken ve üzerinde tartışılması gereken bir olay. Oldukça uzun olduğu için kısım kısım, 3 gün aralıklarla yayınlayacağım. Bu üçüncüsü. İlginize.

...Ve insanlar konuştuğunda devlet dinlemek zorunda olmalı. Bu seferlik, Fransız Hükümeti dinlemek zorunda kaldı.

Ama bütün bu süreç içinde uluslararası medyanın tutumu beni en derinden etkileyen konu idi. BBC’nin raporu iyiler ve kötüleri birbirinden ayırıyordu:

“Çoğu öğrenci göstericiler ve onları destekleyen işçiler, tek amaçları polisle kavga çıkarmak olan gençler gelince, çabucak (olay yerinden) ayrıldılar. Yeni gelen 15-25 yaş arasında olan gençler, yüzlerini gizleyen kapşonlu elbiseler giymişlerdi. Bir çoğu kimliklerinin ortaya çıkmaması için yüzlerine maske takmışlardı. Bir kısmı ise polisin gözyaşı bombalarından etkilenmemek için atkılarını limon suyuna batırmış ve yüzlerine sarmışlardı. Gösteri polisine göre, bu gençlerin çoğu Paris’in dışındaki banliyölerden bela aramak için gelmekteydiler."

Bu yazının altmetni son derece açık. İyi çocuklar sorun çıkarmadan eve gittiler ama “bela arayan” kötü çocuklar bir sürü sorun çıkardılar. O kadar kötü çocuklardı ki bunlar, “polisin gözyaşı bombalarından etkilenmemek için atkılarını limon suyuna batırmış ve yüzlerine sarmışlardı.” Gerçekten .çok korkunçlar, zavallı Fransız polisi göz yaşartıcı bomba olmadan çok korumasız kalmış olmalı. Ama, asıl soru, BBC’nin bu konuda nasıl, niye ve hangi hakla ‘değişik tipte’ protestocular hakkında ahlaki yargılamalar yapmış olduğu.

Bir de Amerikan medyasına dönelim. New York Times bu olayların hemen sonrasında buyurdu ki:

“Fransa hükümeti, çok tartışılan iş yasasının şirketlerin daha fazla genci işe alacağını ve bu gençlerin kendilerini kanıtlamasına ve uzun vadede kalıcı işlere sahip olmalarına olanak sağlayacağını savunuyor. Ama bu yasaya karşı çıkanlar, yasanın işverenlere ucuz ve harcanabilir işgücü sağlayacağını ve Mr. Sylla gibi gençlerin yarım vardiye işlerde sıkışıp kalacağını söylüyor. Bu Amerikalılara ekonomi gibi görünebilir ama dünya globalizmin getirdiği değişimlerle başa çıkmaya çalışırken, Fransa başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinin çoğu quasi-sosyalist bir ideala inanmaya devam etmekte.”

Bu metnin altmetnini okumak daha kolay. Amerika’nın liberal market ekonomisi bugünkü dünyaya uyan tek yol ve quasi-sosyalist Avrupa kendi geri kalmış ideolojilerine saplanmış kalmış durumda.

Bütün bunları yazmamdaki asıl amaç aslında çok basit. Ekonomilerin verimliliği ve sistemin istikrarı herşeyden, en önemlisi insanlardan, daha önemli hale geldi ve bu beni rahatsız ediyor. Görünüş o ki, herhangi bir hareket neoliberal ideoloji ile uyumlu değil ise, yani eğer az ya da çok şiddet içeriyorsa veya neoliberal ekonomiye direk bir karşı çıkışsa (ki çoğu karşı hareket hemen metalaştırılıp, sistem içine alınıyor, o yüzden bu bile kolay değil), demokratik sol medya dahil olmak üzere, bir çok kanaldan irrasyonel ve verimsiz ilan ediliyor.

Baştan söylediğim gibi, Realpolitik ile, hele rasyonelite ile hiç bir alıp veremediğim yok. Ancak biz kişiler ve toplumlar olarak kararlarımızı sadece rasyonel ekonomik bağlamda alırsak, başta diğer insanlara olan empatimizi ve uzun vadede toplumlar olarak gücümüzü kaybederiz. Fransız göstericiler ‘gerçekte’ hiç bir şeyi değiştirmediler. En çok karşı çıktıkları Sarkozy, rahat bir şekilde Fransa’nın başkanı oldu. Ama yine de Fransız hükümetini ve dünyayı dinlemek zorunda bıraktılar. İnsanların seslerinin, internetin, televizyonların, bombaların ve makinelerin sesleri arasında kaybolduğu bir zamanda, bu insane umut veriyor.

The counter