‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Sep 19, 2008

Felsefi Diyaloglar II - Gerçeklik ve Yansımaları

Bu diyaloglara kısa bir giriş için tıklayınız.

Bir önceki diyalog için tıklayınız.

PERİHAN VE ORHAN BU SEFER ANKARA SAKARYA'DA NET PİKNİK'TE BULUŞMUŞLARDIR.  RAKI İÇMEKTE VE DE MELİH GÖKÇEK'TEN KONUŞMAMAK İÇİN FELSEFE KONUŞMAKTADIRLAR.

Perihan Pekbilir Görece (PPG):  Merhaba Orhan.  Geçen sefer benim kadınsallığımı kullandığımı ima ettin.  Emin ol çok şey var söyleyeceğim ama karıştırmıyorum (DOMUZ!!!)  Onun yerine şimdilik sineye çekip sözü bu sefer sana bırakıyorum.

Orhan Elitoğlu Düşüntaş (OED):  Tamam tamam kızma.  Şimdi aslında geldiğimiz nokta son derece sorunlu bir nokta:  Nasıl biliriz? Sorusuna takıldık temelde, yanlış değilim değil mi?  Biraz daha açarsak, bildiğimiz ile gerçek arasında bir bağlantı var mı?  Var ise bu bağlantı ne üzerine kurulu?  Tabi ki aslında gerçeklik var mı sorusu da belki daha temel bir sorunsal...  Bunu burada çözebileceğimizi sanmıyorum ama en azından belli bir tartışma zemini yaratmak enteresan olabilir?  

PPG – Gerçeklik ve bilmek arasındaki bilgi üzerine o kadar çok insan konuşuyor ki, gerçek anlamda biz zemine oturtmak zor.  Açıkçası benim en çok kafama yatan görüş, düşüncelerimizin dil içinde görece yapılar oluşturduğu.  Bu yapıların diskur içinde tekrar tekrar yeniden yapılandırılması ile devamlı değişen yapılar oluşuyor ve aslında biz bu yapılar içinde varoluyoruz.  İsmini de koyarsak Bourdieu vari bir post-yapısalcılık bana çok yakın geliyor.  Hatta bu yapıları Saussure ve bittabi Peirce’e varan bir dilbilimsel bağlamda incelersek tamamen signifier’lar içerisinde yaşadığımızı söyleyebiliriz (yahu zorluyoruz konuyu şu herifi alt edecez diye ama dur bakalım, bak kızdırdı beni ipin ucunu kaçırdım hafiften).

OED – Nasıl yani Perihan, sence şu önümüzde gördüğümüz gözlüklü kel adam, aslında “yok mu?” (ulan bu keltoş Perihan’ı mı kesiyor inceden, dur bakalım, gerekirse adama şöyle sertçe bakayayım, herkesin yeri belli olsun.)  Adam fiziksel, biyolojik bir yapı değil mi?  Baudrillard vari bir simulacra mı bütün varlığımızın bağlamı.  Bir nevi matrix ve de hepimiz birer potensiyel Neo’yuz yani?

PPG – Hmmm.  Fiziksel gerçeklik yok demedim ben. Sadece gerçeklikle, o gerçekliği algılamamız, yorumlamamız ve de dil içinde yeniden üretmemiz fiziksel gerçeklikten ayrı, tamamen bağımsız bir dünya yaratıyor.

OED - Biraz daha açar mısın?

From Budapest

PPG - Bak mesela ben bu resmi Budapeşte'de çektim.  Gerçek hayatta renkleri, dumanı vb. bu şekilde görmemiz mümkün değil.  Ama değişik lenslerin ve modifikasyonların bu tip yüksek karşıtlıklı imgeler oluşturabileceğini biliyoruz.  Aslına bakarsan bu fotoğrafı çekerken aynı olayı (uçakların geçişini) çıplak gözle gördüm, kamerada nasıl yeniden oluşturulacağını hayal ettim, kameramı kullanarak hayalimdeki yansımayı kaydetmeye çalıştım, ortaya çıkan imge o gerçekliğin yeni bir yorumu oldu.

OED - İyi de bu zaten bilimsel (ve hatta modernist) yaklaşımlara ters değil ki.  Fotoğrafik imgelerle ilgili bu tip çıkarsamaları hatırladığım kadarı ile Susan Sontag'da yapıyor ama onu hiç karıştırmayalım istersen.  Kimse herşeyi yüzde yüz bildiğini iddia etmiyor.  Benim asıl meselem, bu gerçekliğin belli metodlarla daha isabetli ve de daha geniş açılarla algılanabileceği.  Bu bence senin söylemine yakın, Popper mesela bir şekilde bilimsel epistemolojinin takip edilmesi halinde, yavaş yavaş gerçekliğe daha çok yaklaşılacağını düşünüyor.

PPG -  Dur şimdi.  Gerçeklik anlayışım için sana Putnam’ın alternatif evrenlerini ve de iki ayrı “su” kavramını analiz ettiği düşünsel deneyini örnek verebilirim.  Ama bu gerçekliğin insan kültürlerinde nasıl değişik algılandığını Whorf’un antropolojik ve dilbilimsel örneklemelerinden çıkarsayabiliyoruz.  Hem özellikle daha text ağırlıklı bilgilerin, özellikle de tarihin nasıl değiştiğini ve de “gerçek” tarihin olmadığını da savunuyorum.  Bilimsel epistemolojiye gelince sonuçta o da ayrı bir kültür.

OED –  Hmmm.  Tamam anlıyorum ne demek istediğini galiba.  Hani bir gerçeklik var ama buna asla erişemeyiz, her zaman bir görece söylem perdesinden bakacağız gerçekliğe.  Ama ben sana bilimle ilgili söylediklerinde katılmıyorum. Bilimin de tam burada, diğer kültürlerden ve de bilme şekillerinden ayrıldığını düşünüyorum.  Ama dur şimdi, Putnam ne yapmıştı ki bu kadar önemli ben bilmiyorum.  Hem Whorf'u da tam bilmiyorum ben (Ulan şu öndeki kel herif iyice sinirime dokundu.  Pis cüce)

PPG – Feminist harekete karşı ukalalıklar döşeneceğine biraz okusaydın fena olmazdı.  (Neyse, içimde kalmadı.)  Ama dur bu hafta yorulduk, haftaya anlatayayım.

OED – Bu arada Perihan bu sohbetleri çok seviyorum.  Başka insanlarla bu kadar düzeyli konuşamıyorum.

PPG – (Nooluyo lan, herif direk yazdı, dur bakalım bunun sonu nereye varacak).  Orhan sende olayı bir düzey, bir ilerilik gerilik düzlemine çektin.  Ne düzeyinden bahsediyorsun.  Hadi sen şimdi kafanı karıştırma, biraz daha konuşursak gelecek hafta açılırsın.

 OED -  (Of be ne tepkisel hatunmuş, işimiz var ha).  Tamam canım, kızma.  Hadi görüşürüz o zaman.

The counter