‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Dec 27, 2008

The science of hope

I was with dear friends in a Cambridge restaurant, eating Shabu Shabu (a.k.a. awesome awesome Asian hot-pot). Our conversation was turned into the validity of organized religions in the modern world. One strong argument for religion was that logic and science cannot give hope. With science, it will be always the cold, brutal facts and nothing else. Hence, people, one way or the other, need faith, simply to have hope.

I thought about it for a while and I come to the conclusion that I disagree. There is one, amazing development emerging within science that makes me really hopeful about the future: the findings about the evolution of cooperation.

A little unrelated, but very recent article in BMJ highlights my line of thought. The authors, who happen to be across the street from my lab, argued in their paper "Dynamic spread of happiness in a large social network: longitudinal analysis over 20 years in the Framingham Heart Study" that "[p]eople who are surrounded by many happy people and those who are central in the network are more likely to become happy in the future."

This would suggest that happiness is not an individual emotion, but a shared one. It also fosters the idea that we really should make other people happy, simply because of the selfish desire to be happy.

It is a long shot, but I am hopeful that the day of scientifically based morality will emerge from the pitiful clashes between science and non-science.

Dec 24, 2008

Türker Alkan'ın "Seni Ermeni seni..." yazısı üzerine

Sayın Alkan,

Size yazmamin sebebi “Seni Ermeni seni…” isimli yazınızda ele aldığınız “etnisite” ve “ırk” kavramlarını işleyiş tarzınızı eleştirmek. Yazınızın temel fikrine kesinlikle katılıyorum. Genetik olarak birbirimizin arasında o kadar az fark var ki, sizin de dediğiniz gibi bütün bu etnik/ırksal kategoriler anlamını yitiriyor. Ancak, yazınızda ki iki paragraf bilimsel bulguları tamamen yanlış gösteriyor. Aynı zamanda, kimlik oluşumu son derece bireysel bir tercih olması gerekirken, ne yazık ki Türkiye’de, kimlik konusu milliyetçi elitler ile liberal/sol elitler arasındaki rekabetin savaş alanı olmuş durumda. Bütün bu tartışmalar arasında, kendi küçük gruplarında yaşayan milyonlarca Anadolu’nunun senelerdir oluşturdukları kimlikler hiçe sayılıyor.Eleştirimi netleştirmek amacı ile:

1.“Eskişehir’in bir köyünde araştırma yapan ecnebi bilim adamları 8 bin yıl önce yaşamış insanların cesetleriyle karşılaştılar. Bu önemli bir buluştu. Fakat daha da çarpıcı olan şey, 8 bin yıl önceden kalma cesetlerin DNA testi ile hâlâ orada yaşayan köylülerin DNA testlerinin örtüşmesiydi. Köylüler, 8 bin yıl ötedeki akrabalarının cesetlerine kavuşmuştu. Ama dehşet içinde kaldılar: “Ne yani, bizim atalarımız Orta Asya’dan gelmedi mi? Biz Türk değil miyiz şimdi?””

Benim böyle bir çalışmadan haberim yok. Eğer Sagalassos’taki benzer çalışmadan bahsediyorsanız, o çalışmada kullanılan iskeletlerin tarihleri daha değişik. Aynı zamanda son derece kısıtlı bir çalışmanın, medya tarafından büyütülmesinden başka bir durum yok ortada. Şu anda, her ne kadar genetik bilimi son derece enteresan bulgulara erişse de, 8,000 senelik akrabalık bağlarını net bir şekilde ortaya koymaktan daha uzak. Üstelik, bence asıl üzerine düşünülmesi gereken soru, o insanların Türklüğü veya Ermenililiği değil, bilim adamları, politikacılar veya gazeteciler olarak bizim başkalarının kimliğine karışma hakkımızın olup olmadığı.

2.“Ya da Anadolu’da yaşayan Rumlar, Ermeniler, Araplar, Orta Asya’dan gelenlerle kaynaşarak ve hem kültürel açıdan, hem de biyolojik özellikleri bakımından yeni bir Anadolu insanının ortaya çıkmasına neden oldular. Şu anda bu ülkede yaşayan herkesin ataları arasında Ermeni de vardır, Rum da. Anadolu’da, sarışın, mavi gözlü, sivri kafalı insanları da bulursunuz, yassı burunlu, çekik gözlü, yuvarlak kafalı olanları da.”

Bu paragraftan anlaşılıyor ki, sanki gerçekten Ermeni’leri, Türk’leri, Rum’ları ayıran genetik (biyolojik) farklılıklar var da, Anadolu’da kaynaşma olduğundan bu farklılıklar azalmış veya yokolmuş. Ermeni’lik, Türk’lük vb. etnik kategorilerin biyolojik temelleri zaten yoktur. Coğrafyalarda görülen biyolojik farklılıklar, toplumlar içinde varolan biyolojik farklılıklardan çok çok daha küçüktür. Sizin yazınızdan (ve size benzer düşünen bir çok yazarın yazılarından), sanki etnik gruplar aynı zamanda biyolojik gruplardır ama biz bu gruplaşmadan uzak kalalım gibi bir sonuç çıkıyor. O zaman mesela, bir şekilde yuvarlak kafalı ve yassı burunlu üyeleri olan bir köy, biz asıl Türkleriz, diğerleri hep Ermeni aslında diye ortaya çıkarsa, nasıl cevap vereceğiz. Sizde biliyorsunuz, ister Ermeni olsun, ister Türk, etnik gruplar tamamen sosyal yapılardır. Bu konuda, Radikal’in bir ekinde yazılmış bir makalemi, bu linkten okuyabilirsiniz.

Yazınıza yönelttiğim konularla ilgili zaten aynı şekilde düşündüğümüzü zannediyorum. Asıl eleştirim, benzer şekilde düşündüğümüz politik bir söylemi savunurken, bilimsel sonuçları doğru ve bağlamsal olarak ele almak yerine, çok yüzeysel ve kimi zaman eksik (dolayısı ile yanlış) olarak kullanmanız. Sizin yazdığınız tipte yazılar, benim gibi meselesi bilimsel söylemin Türkiye’deki konumunu sağlamlaştırmak olan bir çok insanın önüne yeni engeller koyuyor. O yüzden yazılarınızda bilimsel konulara değinirken, mümkün olduğunca asıl kaynakları kullanmanız fikrimce, politik olarak çok önem arz eden yazılarınızın, hem çok daha anlamlı ve hem kuvvetli olmasını sağlayacaktır.

Saygılarımla,

The counter