‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Dec 11, 2007

Özkök'e cevap - Türkler bir Irk mıdır

Merhaba. Aşağıda Ertuğrul Özkök'ün 23 Şubat 2007 tarihli "Türkler bir Irk mıdır?" başlıklı yazısına (http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/6003915.asp?yazarid=10 ) cevaben yazdığım mektubu bulacaksınız. Bilginize..

Sayın Editör,
Ankara ve Pensilvanya Üniversitelerinde Anadolu populasyon tarihi üzerinde çalışmalar yapmakta olan bir antropoloğum. Ertuğrul Özkök'ün 23 Şubat 2007 tarihli yazısınızda çok önemli konulara değindiğini ancak bu konularda bilinçsiz ve sığ saptamalarda bulunduğunu düşünüyorum.

Özellikle uzmanı olmadığı ve son derece hassas olan konularda, ve bu yazının özelinde 'Türk Irkı' ile ilgili olarak, Jean-Paul Roux'tan kısmi alıntılarla yapılan saptamalar son derece üzücü. Öncelikle kıta Avrupa'sının toplumların oluşumu ile ilgili eskimiş ve Avrupa merkezci düşünceleri hiç bir eleştirel filtreden geçirmeden olduğu gibi kaynak gösterilmesi sorunlu.

Bugün, ırk kavramının biyolojik gerçekliğinin olmadığı ve dünya toplumlarının birbirlerine biyolojik olarak eskiden düşünüldüğünden çok daha yakın oldukları kabul edilmektedir (bkz: American Association of Anthropology, statement on race. http://www.aaanet.org/stmts/racepp.htm). Bu durumda, Türk ırkından bahsetmenin, bu grubun ırksal özelliklerinin olmadığı veya seyreldiği savunulsa bile, Özkök'ün yapmaya çalıştığı gibi bilimsel bir temeli yoktur. Hele "kan" kavramının bu kadar hoyratça ve düşüncesizce Hürriyet gibi büyük bir gazetenin editör köşesinde yer alması son derece üzücüdür.

Bir bilim insanı için kan, temel görevi Oksijen taşımak olan bir dokudur. Sosyal bilimlerde ki önemi ise tabii ki bir çok toplumun kan kavramına son derece büyük önem vermesindendir. Ama Roux'un yazdığı ve Özkök'ün aynen kullandığı "yabancı...kan," "eski Türk kanı" gibi ifadeler hem gerçek genetik tarihin karmaşıklığını hiçe sayan, hem de ırkçı düşüncenin kendine slogan bellediği kavramlardır.

Özkök, yazısında, toplumların populasyon tarihlerini anlamak için çalışan, çağdaş antropoloji ve adli bilim dallarını tamamen hiçe saymış ve de tek bir kaynaktan yola çıkarak yazısını kurgulamıştır. Toplumların tarihleri gibi önemli ve hassas konuların tabi ki tartışılması gerekmektedir. Ancak, bu tartışmaların yoğun, karşılaştırılmalı araştırmalar bağlamında yapılması ve tekil fikirlerden kaçınılması esastır. Özkök'ün yaptığı şekilde yarım yamalak araştırılmış verileri, hiç bir kontrol olmadan, bilimsel gerçeklik olarak sunmak, herhalde ancak büyük gazete editörlerinin yapabileceği cinsten bir gaflettir.
Saygılarımla.

Fish, Squid and Simplicity

September 6th 2007. 8.30pm. In some small tavern in Split.


From my travels in Split, I remember one little room the most. If you ask me what exactly in this room caught my attention, my answer would be simple: Nothing!

It was late evening and I had still a couple of long hours to kill in Split, before I catch my bus to Sarajevo. So, I was wandering around the city without any real purpose. One small door caught my attention as two pretty girls, who were obviously tourists –American ones for that matter- just got out of that door.

As I poked my head into the small opening, a big woman, with simple but strong face, appeared without any warning and started shouting at me.

I, struck with horror, tried to explain myself until I realized she was not cursing at me. She was, in fact, repeating the words Fish and Squid in a completely unintelligible accent.

In ten minutes time, I was sitting comfortably at one of the four tables in the room, eating my deliciously cooked fish and squid and sipping from a glass of Kaltenberg Pils. Apparently, this place only served exactly those things that I was enjoying; fish, squid and beer.

I felt that this dimly lit room was one place I was to remember in Split. But, I wondered, what was so special about it. The walls, which were painted to a dull yellow, carried the only clues to the history of this place: two photographs. One showed a guy (the husband, the brother, the son?) holding a big gun, with pride and with respect. In another, you found a young kid, with a huge smile on his face. The fact that he missed two or more teeth, made him look like an extremely cute boxer with an unnaturally big head. Of course, it has to be mentioned that Elvis Presley was the music of choice in this magically cozy place.

Then, I realized. How much the simplicity of the room highlighted the people inside.
An Asian traveler, with a fancy backpack and cool hair was sitting at one of the tables. He would have been completely unremarkable anywhere else. But, there he was, standing out like a heroic Manga character. I almost expected him to carry a sword or a laser gun. He looked at me, I smiled at him, and it did not work. He just snorted and got back to his squids, as any cool Samurai would.

At another table, an old Croatian couple was sitting. They were eating and drinking fearlessly, as if they were 20. Once in a while, the old man leaned over the table and touched his companion’s hand. Their, happiness and content were so visible that it felt as if this was a film scene.

The next table was occupied by a Spanish couple; both very beautiful, and completely ignorant of their surrounding. Her plumpness contrasted to his grungy attractiveness, and they were ridiculous examples of a happy couple, touching each other’s faces every five seconds, their eyes locked.

These five people were so visible, so unique, and so powerfully present in that little restaurant that I realized this was the magic of the place. It had the power to show what was human and just made sure that people were what they were. In that place, none of us were tourists, none of us had nationalities. We were what we were.


Simplicity… Sometimes that is all it takes to make a place memorable. If you ask me to tell one place in Split, a city of palaces and cathedrals, narrow streets of cobble stone and small cafes, I would tell you about one nameless restaurant in a forgotten, ordinary neighborhood.

Dec 5, 2007

One man's suffering is another man's glory

Does writing about the misfortunes of men help? Does glorifying these misfortunes not only for glorifying our own agendas? Do we not convert the raw agony of others into mythical and epic stories of our own creation? And above all, do we not put our names on the stories of others?

Human suffering is ugly. The world of people is just like Camus’ Oran, chaotic, corrupt, and generally horrendously unaesthetic. So, what is there to write about human suffering?

“Do you know, my child, right now, I am sitting on top of my wife and kids? I curse god, and I curse every force in the nature that made this horror possible” This was a man, sitting on top of a rubble, half of which was eaten by a peaceful looking sea. I stood there, speechless, nothing to say, nothing to do. I just left him, back to my humble job, distributing the food for the victims in the area.

I dug out this paragraph yesterday. It was among the many pages, I wrote, when I went to “help” the victims of the Gölcük earthquake. I realize now (thanks to Radu), it is cheesiness on ecstasy. It is exploitation of the victims, profiting from other people’s horrors and most importantly a masochistic therapy to deal with the personal responsibility in those events.

Wars, famines, inequalities, raped children, poverty... I almost constantly feel horrible. Yet, I realize now that I should expect no escape from this feeling. Writing about the suffering does not and should not take away the responsibility.

Nov 19, 2007

Genler, entellektüeller ve başkalarının yazıları

Aşağıda, Genom isimli yeni bir kitabın Hikmet Temel Akarsu tarafından yazılmış eleştirisine cevaben yazılmış bir mektubu bulacaksınız.

Sayın Akarsu,

Matt Ridley'in kitabı ile ilgili yazınızı hem ilgiyle, hem de küçük bir kıskançlıkla okudum, zira aynı kitapla ilgili bir tanıtım yazısını ben de Radikal Kitap'a, bir hafta geç olarak, göndermiştim. Her zamanki zarif üslubunuzla, çok değişik ve ilginç bir perspektifi temsil ederek benim için çok ilginç bir yazı ortaya çıkardığınızı söylemeliyim.Üstelik, ben de sizin gibi kitabı çok beğendim ve Türkiye'de yayınlanmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak, görüşlerimizin temellendiği noktalarda önemli bir ayrılık var. Bu mektubu da, bu ayrılık konusunda bir tartışmayı başlatabileceği umuduyla yazmaktayım.

"Genellikle edebiyat yazılarıyla tanıdığım ve bu alanda ürün verdiğini bildiğim bir yazar bir gün karşıma genetik bilimini konu edinen, Genom adını taşıyan, bilimsel bir kitap hakkında yazdığı kritik ile çıksaydı ilk tepkim: ‘Hayırdır inşallah’ diye ünlemek ve yazara da yazıya da kuşkuyla yaklaşmak olurdu." sözleri ile başladığınız yazınızın içeriğinde, bilim yazılarının genel olarak edebiyat ile uyuşmayacağı konusundaki önyargılar olur olmaz hortluyor. Bu da beni iki nedenle rahatsız etti. İlki, entelektüel gelişimi ve düşünce tarzını, birbirinden bağımsız kategorilere ayırmanız (edebiyat-bilim). İkincisi ise bilim ile ilgilenen insanları, kendi entelektüel zümrenizden bağımsız bir grup olarak düşünmeniz.

Entelektüel düşüncelerde ve topluluklarda, sizin yazınızla da örneklenen, bu ikircikli durum, entelektüelizme karşı olan grupların eline çok büyük avantajlar vermekle kalmıyor, kendi içimizde yaratıcılığımızı inanılmaz derecede kısıtlıyor. Düşünsenize, öyle bir çağda yaşıyoruz ki, yazdıklarımız ve okuduklarımız, mektuplarımız, sözlerimiz ve hatta aşklarımız 1'ler ve 0'lar olarak, yarı-bilinçli makineler aracılığı ile birbirimize ulaşıyor. Öyle bir çağdayız ki, klasik etik problemlerimizin üzerine bir de, insan klonlamayı, çevre kirlenmesini, sermaye odaklarının genetik bilgiyi elinde tutmasını (örn. genetik olarak modifiye edilmiş tarım ürünleri), biyolojik silahları ve daha nicesini eklemek durumundayız. Öyle bir çağ ki yaşadığımız; aşklar, dostluklar, insan ilişkileri ve hatta topluluklar internetten, olağanüstü büyüklükteki sanal ağlar üzerinden kuruluyor (örn. facebook). Böylesi bir çağda, edebiyatın bilimden ayrı düşünülmesi ve bir entelektüelin kendisini sadece edebiyat adını verdiği kısıtlı bir söylemle anlamlandırması, beni endişelendiriyor. Aynı biçimde, bir bilim insanının kendini pozitif bilimin tarihsiz evrenine kilitlemesinden de kaygı duyduğumu eklememe izin verin.

Şu notu da düşmek isterim. Türkiye'de bilim kitaplarının bu kadar tekdüze olması, sanıyorum, öz olarak ilginç ve daha önemlisi etik, sosyal, psikolojik vb. dinamikler açısından son derece ilgili konuları işleyen kitapların, baştan savma ve emek harcamadan yazılmasından kaynaklanıyor.. Üstelik, dile hâkim olan çevirmenlerin ve yayınevlerinin bilim kitaplarını her zaman ikinci planda çeviri listelerine almaları da, Türkçeye çevrilmiş bilim kitapları külliyatının eksik temsil edilmesine yol açıyor. Sonuçta, bilgi üretimi ve entelektüel düşünce süreçleri birbirleri ile bağlı olduğu oranda değer kazanır gibi geliyor bana. Dolayısı ile Türkiye'de yoğun bir şekilde hissedilen bilimsel olanı reddetme eğiliminin, bu dünyayı anlama ve anlatma ihtiyacımızın önündeki önemli bir engel olduğunu düşünüyorum.

Eğer ki nedensizce birbirimizin arasında kalan bağlantıları koparır, kendimizi bilimin veya edebiyatın fildişi kulelerine hapsedersek, gün gelir Binbir Gece Masalları’ndaki şairin durumuna düşeriz:

"Ey Şair! Bahtın rüzgarı hiç senden yana esmeyecek! Ne kamış kalemin, ne
yazının ahenkli kıvrımları seni asla zenginleştirmez!"
Hikmet Bey burada bana ayrıntılı bir cevap verdi. Enteresan bir e-mail diyaloğu oluştu. Aşağıda kendisinin izni ile cevabı:
Selamlar Ömer Bey;
İlginiz ve değerli yorumlarınız için teşekkür ediyorum. Kanımca bu kitap, benimki gibi birkaç yazıyı daha kaldırırdı. Radikal Kitap'ın editörlerinin yerinde olsaydım, sizin yazınızı da basar ve bu kitabı kapak konusu yapardım. Bu denli değerli eser çok sık çıkmıyor. Fakat gazetecilik temposu içerisinde arkadaşların bu düzeyde bir ilgi göstermesi bile çok güzel.
Yazınızda dile getirdiğiniz iltifatlar için çok teşekkür ederim. Yaşadığımız aleladelikler çağında elimden geldiği kadar yazının hakkını vermeye çabalıyorum.

Eleştirilerinize gelince: Doğrusu bana yönelttiğiniz eleştirilerden yararlandım. Düşüncemde özgün bir ışık yakmayı başardınız. Ben olaya hiç de böyle bakmamıştım. Yazıma başlarken kitabın hakkını verecek çarpıcı bir giriş yapmak peşindeydim dürüst söylemek gerekirse. Bunun için de kendimi küçümseyerek işe girişmenin yararlı bir yol olacağını düşünmüştüm. Fakat yazıma sizin uyarılarınızdan sonra bir daha bakınca, işaret ettiğiniz türde yaklaşımları ateşleyebilecek bir algının ortaya çıkabileceğini farkettim.

Size bu uyarınızdan dolayı teşekkür ediyorum. Esasta benim de düşüncelerim sizinki gibi. Üçüncü Binyıl'da edebiyatın bilimle çok daha içiçe olacağına, kuru sıkı laf salatalarındansa derin bilgi ve araştırmalara, buluşlara dayanacağına inanıyorum. Kaldı ki bu konudaki düşüncelerimde samimi olduğumu kanıtlayan delillerim de var. Yayınlanmış iki adet Siberpunk romanım vardır. Ve bunlar sanal ortamda sürüp giden mücadeleleri alegorize eden romanlardır. Toplumumuzda hiç ilgi görmediler ama özgün sözler söyleyen romanların standart kaderinin böyle olduğunu bildiğim için çok dert etmedim. O romanların adları Siber Tragedya ya da Iphigeneia (Ölümsüz Antikite:2) ve Casus Belli ya da Helena (Ölümsüz Antikite:3) Dilerseniz bir göz atarsınız.

Neticede, okurun girişteki peşin hükmümün edebi bir sanattan ibaret olduğunu sezmesini ummaktan başka yapacak bir şey yok şu anda. Ayrıca yazımın bu problematiklere rağmen ilgi derlemesi, sizin gibi değerli birini bile heyecanlandırması, bu güzelim kitap adına hoş oldu diye düşünüyorum.

Oct 19, 2007

Conformist Cultural Praxis or `oh my god, we are all racists`

This piece, which was written by Radu Ioviţă (a.k.a. The Hairy Carpathian Sheep), will be read in an adaptation of "Conu Leonida faţă cu reacţiunea" (Mr. Leonida faced with the Reaction) by Ion Luca Caragiale. I think, it is a very insightful and novel look on the issue of multiculturalism. Enjoy.



55 years have now passed since Alfred Kroeber and Clyde Kluckhohn compiled their now famous list of the then available 164 definitions of the term "culture", and we still haven't arrived at a satisfactory one. In fact, the degree of variation found in this set of definitions necessarily renders a statement that could satisfy everyone of them so general and vague that most anthropologists have ceased trying to define culture, and have limited their activities to merely studying the thing in itself. If one were, however, to enunciate such a general and broad definition, it would be something like this: "Culture is the set of all socially learnt and socially transmitted behaviours." Note that this definition does not exclude a number of non-human animals from its application, nor does it specify a group size or longevity in terms of generations across which the said behaviours are transmitted, but it does exclude idiosyncratic stereotyped behaviours of particular individuals. The culture concept as defined above, therefore, is a very flexible and yet somewhat abstract one, which departs in a number of important ways from folk definitions of culture, most of which only refer to a minuscule component of institutionalized and curated behaviors, such as religion, language (langue as opposed to langage), and music, literature, and the arts and sciences. It must be said here that not only is this scientific definition at odds with the folk understanding of culture for semantic reasons, but also because the latter lends itself much more easily to political manipulation in the scope of the formation of new group identities.

The term 'multiculturalism' emerges, in light of the above, as a purely politically-motivated discursive label which denotes the alleged desire of a society to promote the existence on equal terms of multiple 'cultures,' in the folk sense I have described earlier. Usually, it is employed at an institutional level by the dominant members of that society and their affiliated representatives in order to categorize, catalogue, and control cultural expression that does not conform to otherwise acceptable norms of behaviour. It stands to reason that a system where the dominant group determines the forms of culture that subaltern groups are allowed to display for the edification of the general public is little more than a cultural petting-zoo, featuring one's own neighbours and friends. Thus, the creation of the foreign Other serves not only the function of raising mainstream awareness of It but, in that process, of taming it and reducing it to an unthreatening entity.

Because the premise is that two or more 'cultures' must have equal status, multiculturalism naturally presupposes that forms of behaviour can be evaluated according to lists of criteria in order to determine their inclusion or exclusion from the policy. In most countries, multiculturalism tacitly refers to the acceptance of ethnic groups and their behavioural manifestations, but fails to incorporate the majority of other groups which may be linguistically or religiously similar to the mainstream, but otherwise play by radically different rules. It follows naturally that artists, academics, farmers, punks, sailors etc. are forced to align themselves with the group identity as defined by the policy itself if they wish to benefit from it. In the case of artists and intellectuals, this is a kind of mild yet stern censorship, which forces their creativity to conform, at least outwardly, to norms that can be parsed by the policy machine.

Oct 16, 2007

Yanlışlanabilir Cehennemler

Yağmurlu bir gündü... Bilim Kulübünün küçücük odasında sıkış tepiş oturmuş, nefeslerimizle odayı, elimizi yakan yarı erimiş plastik bardaklar içinden yudumladığımız kalitesiz hazır kahve ile de içimizi ısıtıyorduk.

Bilimkurgu alt-komisyonunun bilmem kaçıncı toplantısıydı ve Asimov’un evrenini, Frank Herbert’inki ile karşılaştırıyorduk. Hepimiz Asimov’dan gizli gizli zevk alsak da, onun sıradan, bilim fetişizmi ile kendinden geçmiş bir sosyal değişim karşıtı olduğunu dile getirmekten geri durmuyorduk. Fremen’lerin baş kaldırışını, evrimsel süreçlerin sosyal sistemlere indirgenebileceğini söyleyen bir arkadaşa hepimiz bağıra çağıra tepkimizi gösteriyor, bütün bu keşmekeş içinde kapının altından sızan soğuk hissedilmez oluyordu.

Size orada aklımda kalan o tarif edilemez hisleri, mesela PDK’nın androidlerinin, Asimov’un robotlarından ne kadar daha gerçek olduğunu söylemek için sabırsızlanmamı veya benimle aynı fikirde olmayan insanlara karşı duyduğum o öfke-saygı karışımı duyguyu anlatmam mümkün değil.

Bir ömür önceymiş gibi hatırlıyorum şimdi bunları ve hatırlamamın nedeni elimde tuttuğum “Başka Dünyalar Mümkün isimli bir derlemenin kapağındaki isim: Murat Güney. Murat’ı çok da tanımıyorum. İki dönem mi küçüğümdü, bir mi, önemli değil. Aynı okuldan ve aynı kulüpten olmamız da çok önemli değil. Hatta ikimizin de, çok da alakalı bölümler okumamış olduğumuz halde, antropolojiye yönelmemiz de çok anlamlı olmayabilir. Asıl önemli olan, o yağmurlu günde aynı kahveyi içmemiz, aynı heyecanı paylaşmamız ve en önemlisi onun bu heyecanına emeğini de katarak şimdi sanki kendiminmiş gibi sahiplendiğim düşüncelerin, tartışmaların asıl sahiplerinin seslerini duyabildiğim bir derlemeyi bana, hepimize ulaştırması.

Neyin peşindeydik hala tam bilemiyorum. Duygularıyla, kurduğu sosyal yapılarla, cinsiyetleriyle, yaptıkları ve yapamadıklarıyla, kavgaları ve aşklarıyla insanı merak ediyorduk herhalde. Bilimkurgu işte tam burada, insanı başka dünyalarda, yetkin ve aciz, asil ve yoz, yaşlı ve genç, kadın ve erkek, makine ve organik, binlerce şekilde, kimi zaman indirgeyerek, kimi zaman küçücük dünyalarla kısıtlayarak, kimi zaman tüm evrenin sonsuzluğunda eriterek anlamaya çalışıyor. Sonsuz boyutlu disütopyalar evreninde, bilimkurgu kendi cehennemlerini, Popper’ın söylemi ile, “yanlışlanabilir” olarak kurguluyor. Bu cehennemler, benim gibiler için, postmodern dünyanın onlarca kaçışı arasında, gerçekliği ve dolayısı ile insanı bulamamanın acısını paylaşmama yardımcı oluyor olsa gerek.

Bu sorunsal üzerine Murat benden çok daha uzun zamandır ve daha yoğun bir şekilde kafa yoruyor. Hatırlıyorum, anarşist bir bilimkurgu dergisi çıkarmışlardı, kısa soluklu ama geniş fikirli: Davetsiz misafir, şimdilerde, ismine uygun bir şekilde, davetsizce, internette rahatsız ediyor yerinden memnun organik entellektüelleri.

Burada Murat’ın derlemesinin eleştirisini yapmayacağım (ki yapılmışı var). Tek söyleyeceğim, bilimin, kültürün ve evrenin dinamiklerinin birleştiği bir yerde varoluyor insanın gerçekliği. Bu sanal gerçek, insan olmamızın sınırlılığı içinde de olsa, elimizdeki tek gerçek. İşte bu yüzden bilimkurgu tam da bu kültür, bilim, evren birleşmesinin ortasına insanı koyarak, ister istemez, kendi gerçeğimizle yüzleşmemizi (bkz. Aylak Madam Tuvaleti) sağlıyor. “Başka Dünyalar Mümkün” de yer alan karamsar ütopyaların anlamlandırılması süreci, garip bir umut bırakıyor insanın damağında. Kimbilir, belki de kendi küçük varoluşumuzla bile, hatta sırf varoluşumuz küçük olduğu için başka dünyalar mümkündür.

Oct 9, 2007

Nuray Mert'e Mektup

Sayın Nuray Mert,

8 Ekim 2007 tarihli “Bilim budalalığı” isimli yazınız, olağandışı olarak, sığ, demogojik ve de entellektüel olarak kısıtlayıcı bulduğumu üzülerek belirtmeliyim. Her ne kadar yazınızda belirttiğiniz üzere, Avrupa Konseyi Parlementerler Meclisi (AKPM) gibi politik bir kurumun, bu tip tartışmalarda açık ve ahlaki bağlamda kararlar alması bana da abes gelse de, siz bu konuya eleştirinizi açık bir bilim karşıtı kampanyaya çevirerek yapmışsınız. Bilime yaptığınız suçlamalar entellektüel olarak derinliksiz, politik açıdan ise zaten üniversitelerinde, rasyonel düşüncenin serpilemediği politik duruşların bilimsel yeterlilikten daha fazla önem arz ettiği, garip, yetersiz ve de en önemlisi kalitesiz bir entellektüel ortamın dışına çıkamayan bir ülkede, manasız.

Alınan kararı “pozitivist, bilim budalalığı” olarak tanımlarken, hem tüm bilim insanlarını, hem de bilim epistemolojisini. Halbuki, AKPM’de alınan karar, politik bir kurum tarafından alınmıştır, bilimsel bir oluşum tarafından değil. Dahası, yazınızda, bilimle ilgili çok temel önyargıları ortaya koyuyorsunuz. Örneğin:

“Bilim, mevcut fizik ve biyolojik dünyanın keşfi, bu keşiften hareketle, fizik dünyada insan konforu lehinde icatlar ve biyolojik dünyada insan sağlığına yönelik gelişmelerin temelini oluşturur. Varoluşla ilgili soruların cevabını vermez, veremez. Bu, felsefe, yani spekülasyonun alanıdır.”

şeklinde bir genelleme yapmışsınız. Bu son derece sığ önerme, bütün bilim felsefesini olduğu gibi çöpe atmakla kalmıyor, felsefenin rasyonel epistemolojisini (özellikle mantık) hiçe sayıyor.

Ama yazınızın en garip yanı evrimi açıklarken teori ile varsayım kavramlarını aynı anlama geliyormuş gibi kullanmanız. Aynı Adnan Oktar ve diğer bilinen adı ile Harun Yahya’nın yaptığı üzere, teorinin mantık, “peer-review,” test edilme vb. süreçlerle ortaya çıkmış, devamlı yenilenen karmaşık bir düşünsel yapı olduğunu hiçe saymışsınız.

Yine genellemelerinizden birisinde, bütün aydınlanma söylemini ve tarihini hiçe sayarak “insan hakları ve demokrasi gibi konuların, evrim teorisiyle hiçbir alakası yoktur” diyerek aydınlanmanın, insan haklarının ve demokrasinin modernleşme süreci içerisinde birlikte geliştiği varsayımını görmezden gelmişsiniz.

Modern tarihte, bir çok politik ve insanı felaketin çarpık bir bilim adına yapıldığı saptaması doğrudur. Ama bugün Amerikan Devleti, sizin de devamlı belirttiğiniz üzerine Demokrasi adına insanlık suçları işlemekte. Bu demek değildir ki, Demokrasi bir kavram ve bir düşünce sistemi olarak “kötüdür.” Hatırlatmak isterim ki, bugün, bilimin kendisi, kendi tarihi ile hesaplaşmakta diğer tüm bilgi üretme yollarından daha başarılıdır ve sosyal Darwinizmin ve öjeni bağlamında yapılan haksızlıkları yine akademinin kendisi ortaya çıkarmıştır büyük ölçüde.

Pozitivist dar kafalılar,” diyerek kınadığınız insanlar, bence akademinin içinde değil de, daha ziyade bilimsel epistemolojiyi, evrim teorisini ve bilgi üretme süreçlerini yanlış anlayan veya politik amaçlarla bilinçli olarak çarpıtanlar olsa gerek. Yaratılış tezlerini genelleyenler ve bunu politik araç olarak kullananlar bilim adamları değil, evrime açık bir savaş açmış dini gruplardır. Tam olarak ne olduğunu anlayamadığım “kadim dini gelenekleri” de indirgeyen çoğunlukla onlardır.

Bilginiz için söylüyorum Türkiye’de evrim teorisini kabul edenlerin oranı Avrupa'da sonuncu sıradadadır ve %30’un altındadır (J. D. Miller et al. Science 313, 765–766; 2006). Dahası, Türkiye’deki biyoloji öğretmenlerinin sadece %47’si evrim teorisinin doğruluğuna inanmaktadır (Somel et al. Nature 445, 147 2007). Halbuki, evrim teorisi biyoloji, tıp, ekoloji vb. bilimlerin temel olarak kullandığı, ve bilim dünyasının en sağlam teorilerinden birisidir. Bugünkü savunulduğu şekliyle (bkz. http://www.harunyahya.com/) yaradılışa inanan bir tıp doktorunun veya biyoloğun nasıl kendi işinde tutarlı olabileceğini düşünüyorsunuz bilemiyorum.

Yazınızı gerçekten esefle karşıladım. Amerika’nın dış politıkasına duyduğunuz tepkiyi anlıyorum. Ama bu tepki yüzünden, Türkiye’de zaten son derece kuvvetsiz olan bilimi ve daha genelde rasyonel düşünce sistemlerini bu kadar ağır ve dayanaksız eleştirmeniz gerçekten çok sıkıntı verici. Unutmayın ki, tek savaş, sizin savaşınız değil.

Saygılarımla

Oct 8, 2007

The anthropologist as a soldier.

There was a very interesting discussion recently in the anthropology department of Penn. The discussion was stemmed from the NY times article that reported the work of an anthropologist named "Tracy," who works for the American Army in Afghanistan (for the full article:
http://www.nytimes.com/2007/10/05/world/asia/05afghan.html?hp)

Of course, this article entails many ethical and professonal dilemmas that sparked a pretty interesting discussion... Below is a excellent response by a fellow anthropologist and a very close friend, who wanted to be identified as the "furry carpathine sheep." (Slightly edited)

Here's my "doi bani" (2 Romanian cents, ironically, an expression that means "worthless" in Ro), or, if you prefer something more familiar, meine drei Groschen :What is actually the subject of discussion seems to be split into several issues, whereas the emotional attitude seems to be the same in all cases. I suggest we look at the ramifications.

First, we are dealing with the immediate, literal issue of the employment of anthropologists in the armed forces as troops, similar to engineers, doctors, and chaplains. Second, there is the question of the involvement of anthropology in helping US government agencies, and its ethical consequences. Finally, and most generally, we are discussing applied anthropology in principle, and its ethical dilemmas. So, when people express outrage, which one of these things are they talking about? (My list is by no means exhaustive, and anyone could rearrange the issues whichever way they wanted, the fact that there are different levels of ramification of the problem remains).

There are some contradictions at play here. Regarding the first level, the employment of individual persons with degrees in anthropology to work for the military is somewhat irrelevant - it is a personal choice related to employment and does not concern the rest of academic anthropologists. Does anyone know "Tracy"? Who is she? Does she publish? This is not an anthropologist, but a military technician with a specialization in tribesmen, or Pashtun, or whatever.

Second, should academic anthropologists be involved in governmental actions? Well, this is a question of what academic anthropologists of the US nationality believe about their government - is it a transparent, democratic, benign government, or a cunning, imperial, secretive, fascist dictatorship? Or something in between (for the popular fence-dwellers)? I for one cannot see what is wrong with top experts in the anthropology of the government offering their consulting services to the government in a public fashion as to how they see things ought to be done. If, on the other hand, they believe that the government will misuse the information, shouldn't they be on the streets protesting the new Order? Or making public announcements about what they as top experts in the culture of the zone think, and why their thinking is ignored or suppressed by said government? I do not expect to see outrage regarding any other form of cooperation with the government. Or should anthropology be fundamentally CONTRA? The gadfly...

Finally, on the application of anthropology in general, what are the ethics of supporting a particular political cause with one's scholarly work? Academics enjoy a privileged position in society - at least in theory, they have access to resources for collecting information, and for disseminating it FREELY. This is academic freedom. However, this is based on the concept that knowledge production in and of itself, is valuable, a concept in which perhaps only old-fashioned folk still believe, but nevertheless one that forms the basis for this freedom we enjoy - honesty independent of interest . When academics openly involve their research with political agendas (and this does not mean just right-wing, war-mongering agendas, but all agendas, communist, racist, liberal, neo-liberal, pacifist, environmentalist etc.), they enter a different realm. I'm just trying to separate research from action, knowledge production from the use of knowledge for a predetermined purpose. Just to pre-empt more 'outrage', I am not saying this other realm is dirty, disgusting, immoral, less intelligent, or otherwise reprehensible in any way. But it is different. Once outside the realm of knowledge production it is harder and harder to defend from political attacks - this is a risk that must be assumed by those who engage in such endeavors. They are subject to ethical concerns not related to the research, but to the cause they are serving. Therefore, the ethical concerns should be different for each of the causes in question. In this case, "is the Iraq war morally correct?".

Now, there are many anthropologists who wish to devote themselves to applying anthropological concepts to trying to find the solution to a crisis, injustice, etc. For instance, the famous Grameen Bank lending strategies in rural Bangladesh were highly influenced by an anthropologically-informed micro-economic policy that emphasized lending to women. Business anthropology seems to be a hot topic nowadays, as evidenced by the multiple courses taught in our department. Where am I going with this? Well, I ask what is the difference in offering expertise to a Bank or to the Army? Or at least being interested in such a cooperation? (as I stated before, I don't consider anonymous people who work for any institution with non-transparent results to be 'anthropologists', so I'm referring to people who apply anthropological concepts in a public fashion). Imagine for example, that, like in the Grameen Bank case, the Army allowed anthropologists to videotape and publish their findings - of course, they might not, but I bet none of us has asked what terms we could get from the Army for carrying research under their auspices.

I'm not condemning either of these practices, but I simply do not think that 'outrage' is the answer that will sort these things out. Provided transparency, dissemination, public discourse, etc., wouldn't it be good for all of us to know how Iraq soldiers relate to the local population? How they think about them, what are they afraid of, what they wish for, why they think they're there etc. Such interactional data are not covered by most newspaper reporters, because of a lack of a way of thinking that anthropology has developed over the last hundred years. Have prominent, politically active, anthropologists had meetings and petitions to inform the US government of their thinking on these issues both prior to the war and during it?

I simply don't know. There are benefits, but they have to be weighed in the right context. In my opinion, Aye this or Nay that doesn't cut it.

The first instance that defined Split: The distraction

Alone in a hotel room’s balcony. Dark. 11pm. Just after the long trip from Sarajevo. A bottle of wine on the table. Looking at the dark, ancient Adriatic.



“Sea. What an amazing, overwhelming, frightening thing. It is natural and poetic; physical and mystical at the same time. Real, as it storms through the coasts of Islands, turning boats upside down, and as it is the home and life of many creatures of this world. .Yet, it turns into something else in one of Hokusai’s magical paintings. It becomes the prison for Robinson Crouse; freedom for the young Sinbad; and a deep trap for the curious in Poe’s Maelstrom. It was dark and evil in Japanese folk tales and treacherously beatiful under the control of capricious Greek gods. We imagine sea as one of us.”

That was pretty much what I was thinking, sitting there, like a nocturnal turtle, when I spotted one, single glittering light in the vast darkness of the sea. Was it a loner fisherman, trying to make an early start to the fishing season? Was it a forgotten sign that warned the lost sailors? Or was I simply dreaming? I will never know. What I know is the fact that I could not think anything else but the source of that light. There it was, making me look at that single point, probably preventing me to think the thousand other meanings of the sea.

As sleep came over me with the changing tides, I wondered how many distracting lights there were in the world; which one of those lights, I managed to see past, and which ones stayed in my mind.


This first Croatian evening was a peaceful and serene one. The Sirens were silent, and that was more dangerous than their songs.

* First picture is Hokusai's painting: The Great Wave off Kanagawa, 2. Second picture is a painting by Liliane Tellier: Sinbad le Marin, Third is my photograph of the Adriatic.

Oct 1, 2007

The unexpected normalcy at the gates of Klis

I was somewhere close to Sarajevo airport. I did not have time. I had to go to a distant city of an old, powerless emperor, but, like all the travelers who do not have a plan; I could not actually go anywhere. It was three hours and 30 miles later that I realized hitchhiking was not the way to go.


I managed to make somebody to drive me a to a town center, where I met Samir; a big, blue eyed fellow with a lot of wit but not so much grace. After a very though and fruitless bargaining, there I was, in a pretty neat Volkswagen Sedan, going west with uncomfortable speed.

We drove through tiny roads, heroically entering small, dark tunnels with millions of warning signs on them, and dangerously rejecting the call of mesmerizing landscape in each curve of the road.

And we talked mostly about soccer and food. I avoided asking anything about the war as much as I could. It was hard to do so, as my eye was constantly catching images of countless cemeteries along the road. It was futile anyways.


I just innocently asked Samir about his family and he told me about her mother, who died recently of breast cancer. Suddenly, his face went dark and he told me:

“It was, of course, the war.”

He said:

“It was too much for her. Not hearing from me during the war, losing my father.”

He continued, without me asking:

“I searched for him for months, you know. We never saw his body again, but I am sure he is dead”

Here it was, just slipping from the man’s lips: A too-well-known, almost cliché dialogue. It was cheesy, it was blunt, it was simple. But, somehow, there, in that car, and on that road, it was too painful to listen, and too simple to ignore.

It was real.


And he continued even further.


“Well, now I have a little kid, a girl. She is the only meaning in life for me”


At that moment, thinking about the dramatic construct of a Hollywood film, I expect a mine to explode, or a sniper to hit Samir on the forehead.


I closed my eyes.


Nothing happened, but silence fell between us.




Hours later, that silence was awarded with the calming view of an Adriatic Sunset.
The war was over.

Sep 26, 2007

Prince Eugene's Legacy

WAR!!!

That was all I could think about when our small plane arrived at the Sarejevo airport. I was sad, I was troubled, I was worried. I knew Sarejevo from many places. I read about the town where many were killed by Serbian shells. I read about a bridge, which failed to survive, yet revived. I read about a woman, who lost not only her legs, but her kids as well. I read the story of the Pakistani fighters rushing to this city to save it from the infidels. I read about the kids who lost their limbs with a sniper bullet. I read it from New York Times, I read it from Cumhuriyet, I read it from Radikal, I read it from Nedim Gursel, I read it from Firuzan. I read it from Wikipedia. All of them confirmed what I felt at the time. Here I was, on the edge of an epic city, war torn, but proud with her bullet ridden minarets and churches, humble with her small, paved roads, which were labeled with yellow stripes to mark the “mine-cleaned areas.”

In my mind, she was a city defined by war... What arrogance!!!

WAR!!!

It crushed everything that came in its way: families, buildings, towns, bridges, beliefs, loves… But, it did one more horrible thing. It defined the lands that it destroyed. It became impossible to look beyond this thick fog of war. It created symbols of destruction for us to remember. Nobody knew that they were impossible to forget. The gorgeous, green lands that were crowned with magnificent heights all around, the beautifully cheerful people sitting next to me became meaningful only if they were touched by the war. The ancient and unique traditions of Sarajevo’s people were forgotten. The Christians and Muslims of the city became relevant only because of their role in the war. The mosques represent the resistance to the Serbian attacks and the churches represent tolerance. Nothing else really mattered. It was impossible for me to wend off the image of bullet holes in the mosques and dead bodies of children.



I realized, I could not write about a normal day in Sarajevo. Even if I could, nobody would listen.

It was so unfair.

Aug 6, 2007

Modern Masallara Özlem

Biliyorsunuz Alman sahnelerinde,
Herkes istediğini deneyebilir;
Bugün de dekor ve makineleri,
Esirgemenizi beklemiyorum.
Kullanın,
Büyük ve küçük gökyüzü ışıklarını,
Yıldızları da harcayabilirsiniz.
Su, ateş ve kayalıklar,
Hayvanlar ve kuşlar,
Hepsi bol miktarda mevcut.
Böylece, bu dar ahşap sahnemizde,
Boy gösterir bütün yaratılış;
Ve ölçülü bir hızla,
Gökten başlayıp dünyaya geçer,
Sonunda da cehenneme gider.
(Faust)


Marburg işte tam bu Goethe’nin bu sözlerini olurlarcasına canlı, o derece eski, ateşli ve herşeyin üstünde büyü, din ve bilim arasında sıkışıp kalmış bir küçük şehir.




Eğer ki sizinde yolunuz bir gün bu eski şehre düşerse, farkına varacaksınız ki, şehir yavaş yavaş eskiyor ziyaretçisinin gözünde. Türklerin ve diğer ‘yabancıların’ mesken tuttuğu banliyolerde iniyorsunuz sizi getiren trenden. 13. yy.’in kafasında kepleri ve korkularıyla buralara gelmiş Yahudilerini boşuna aramayın buralarda, 20.yy.’ın renksiz ve sönükö daha tarihleri yazılmamış göçmenleri var sadece bu yeni mahallelerde. Bindiğiniz otobüs sizi 70’lerin, anlaşılan her yerde çirkinliğini onurluca sahiplenen, fonksiyonel apartman komplekselerinden ve dönercilerden, 19.yüzyılın kafa karışıklığına doğru götürecek. Sonra, eski şehrin, ortaçağdan vazgeçmeden aydınlanmaya özenen, birbirinin üzerine binmiş, garip, kasvetli ve bir o kadar da gizemli evlerinin ve kiliselerinin arasına dalacak otobüs. İneceksiniz, ve tepeler karşılayacak sizi. Kiliselerin kuleleri, dar Arnavut kaldırımı sokakların arasında gidecek yerleri işaretleyecek ve sizi Mefisto’nun sözleri gibi sarmalayacak. Yavaşça çıkacaksınız Marburg’un merdivenlerini, kimbilir belki benim gibi yaşınız daha 35 olmadan.

Arnavut kaldırımlarına değdiği anda ayaklarınız, biranın ve türlü baharatla renklenmiş sosislerin anlamlandırdığı bir restoranlar ve kafeler krallığı saracak çevrenizi. Yaşlanmayı beklemeden bilgiye vakıf olan insanların arasından geçecek ve sezeceksiniz; Burada yaşıyor hala aydınlanmanın iştahı. Siz de benim gibi göreceksiniz ki, Mezopotamyanın tanrısına bu kadar uzak kalmanın ve ancak isteksiz bir silkinişle unutulan totemlerin ve pagan ayinlerinin öfkesi, enerjisi var bu yaz gününde boyunlarını rengarenk atkılarla süsleyen genç kalabalığın üstünde.

Ve ayaklarınız istemese de, o garip fethetme hırsıyla daha yukarılara, aristokrasinin o dayanılmaz çekiciliğine doğru götürecek sizi aklınız. Merdivenler, Prens Phillips’in hastalıklarının yazılı olduğu o basamaklar, ayaklarınızın altında eriyecek ve bu dar sokaklarda Luther’in de yürüdüğünü düşünerek varacaksınız Marburg’un en yüksek noktasına... Aşağıya korkuyla baktığınızda göreceksiniz: Marburg’u böylesine çekici yapan tepeleri ve ırmakları.... Herhalde sizde benim gibi evrenin anlaşılmaz rastlantıları ile yaratılan vadilerin ancak insanın aklında anlam kazandığını düşünecek ve gözlerinizi, apaçık doğaya isyanı haykıran iki düşman kilisenin kubbelerine çevireceksiniz.

Farkeceksiniz ki kiliselerden birisinin kulesi yavaşça boynunu eğmiş. Piza’daki kardeşi gibi şakacı bir gülümsemeyle gelen bir nükte değil önünüzde yükselen, yaratıcısının ruhunu lanetleyen bir utanç aslında. Zaten, takip edince yamuk bir şekilde yükselen kubbeyi, artık büyülü zamanları yitirmiş, o upuzun saçlarını kaybetmiş Rapunzel’in hüzünlü kulesi farkettirecek kendini ve sadece bir ip ucunda sallanan mimarın değil, Grimm Biraderlerin’de tekinsiz soluğunu duyacaksanız ensenizde.


Korkuyla çevirdiğinizde başınızı, kendinden aşağı olanı ezmek için yükselen kulenin duvarları karşılayacak sizi. Umursamayıp açıkça meydan okuyan duvarları, hemen oradan uzaklaşmak isteği ile yanından geçip gideceksiniz kalenin ve bir park açılacak önünüzde. Aşıkların yeşerttiği çimler üzerinde uzanacak ve fotoğrafını çekeceksiniz çiçeklerin. Kimbilir, belki sizin de ihtiyacanız vardır kaçmaya insanın yaratısından. Kim bilir, belki çiçeklerin anlaşılmaz, nedensiz güzelliğindedir aranan yanıtlar. İşte böylece düşünürken, belki sizin de sevdiğiniz elinizden tutacak ve saatlerdir şehri gezerken beyninizi kaplayan mantığın tekinsizlikleri ilmik ilmik açılacak, sevgilinizin elinin içinde yok olup gidecektir.

Ve ineceksiniz merdivenlerini Marburg’un. Bu sefer Prens Phillips’in hastalıklarını okumadan. Belki yol üzerinde bir Fırıncı’da durup, Hansel ve Gratel’in o tadına doyulmaz tatlılarından birisini yiyeceksiniz. Dolanırken sokakları, modern dünyanın felsefe taşları, ortaçağa özgü harflerle seslenecek gözlerinize, tabelalar arasında kafanız karışacak. Ama bulacaksınız yolunuzu Marburg’da... Gerçek olmayacak artık buranın karmaşıklığı, çözeceksiniz çok vakit almadan gizini. Sonra yine yollar görünecek size eminim. Marburg’un Ortaçağında kaybolmak kolay ama bu şehirde durmak zor... Gelince göreceksiniz yoldaşlar.

Euro-Tombala




Frankfurt’un olmayacak kadar modern ve temiz ve yeni ve mükemmelliliğinin içinde üzerinden geçip gitmiş savaşın izlerini taşıyan havaalına indim bir Pazartesi... İçim bir yandan E.’yi görecek olmanın kıpırtısı, bir yandan da yeni bir ülkeye gelmenin o içimde mayhoş bir tad bırakan aroması ile karmakarışıktı. Haubtbahnoff yazısını izleyerek ulaştığım devasa terminalde bir elimde yeni çıkmış Harry Potter kitabı, öbür elimde bavulum bilet sırasına girdim. İşte tam o sırada gördüm üzerimde duran kocaman Departures ekranını...

“Yine merkezdeyim, merkezde olduğum için özgürüm.”

Bu acıklı sevinç bütün benliğimi sardı. Üzerimdeki pano’da neler yoktu ki, Amsterdam’dı gideceği yer 3 dakika sonra kalkacak trenin ve Berlin’di sonraki. Hamburg’a uğrayıp, İskandinavya’ya doğru hareket edecekti birisi. Frenk memleketine gidecekler arka arkaya dizilmişti zaten.

Olasılıklar, olasılıklar, olasılıklar... Ve ben yüzlerce özgürlük içinden birini seçebilirdim.


Çıkardım, pasaportumdaki bir senelik Schengen vizesine baktım. İçim hüzün doldu. Kimi hakettiğim, kimi haketmediğim ayrıcalıklarımdan birisiydi elimde tuttuğum. Hazindi dünyanın durumu... Bireyi daha çok özgürlükle kandırmak... Merkeze, zaten merkeze yakın olanları toplamak...

Almanya’nın ve Avrupa’nın tam merkezinde, elimde pasaportum ve öbür elimde Harry Potter sırada bekliyordum... Ve birden, sırayı bozmak istedim, yere çöp atmak veya yere tükürmek. Küçük bir protesto, minicik bir isyan. Tabi ki eylem, düşünce kadar ucuz değil benim için, aksi olsaydı o sırada duruyor olmazdım.



Tabi ki sıramı bekledim, ve beni E’ye götürecek küçük kağıt parçasına sorgusuz sualsiz 12 Avro verdim. Onlarca özgürlük arasından, beni Marburg seçti.

Jul 24, 2007

The 2007 election in Turkey

The 2007 elections were interesting... What I will write is nothing new, and nothing insightful. It is just a personal reading of the situation...

First of all, I am proud of my people... No fights, almost flawless election with no disputes and more than 84 percent of the population voted. This is very very encouraging...

I see AK party is a populist, center-right, and extremely practical party... It is only normal that they won such great support (over 45 percent). They manage to achieve a considerable success in major economic parameters and as an economically and politically liberal, yet socially conservative party, they really hit the mainstream of Turkish society.

The republican-elite, which consists of high level bureaucrats, army, academy and a considerable number of the middle-class intellectuals were unable to create an opposition that can communicate with the majority of Turkish people. A hard-liner secularist cause, or conspiracy theories, such as Kurds -with the help of America- separating to join Northern Iraq could not (and cannot) make a lot of Turkish people change their minds. And of course, the annoying and unhidden distrust of the Republican elite to the people's choice is troubling. "They would not know. They will turn this country to Iran" some would tell you, referring to the "masses."

I think, the real reason behind the paranoia of the republican-elite is that the traditional power centers (such as the seats of bureaucrats, faculty positions, military, etc) are in jeopardy. Hence, their fear of losing power is immense...




Amazingly, the votes that would go for a left party went probably to AK party, instead of CHP. Ataturk's party, which once was proud to represent the "masses" has been trapped in an out-of-touch nationalism, and become an alienated elitist party. CHP and its leader Deniz Baykal should be thankful to the 20 percent they got in this election. Nevertheless, they still seem to blame the man on the street for not 'seeing' the 'evil' in AK party... Would it continue its politics in the same manner, it would lose even more votes in the coming elections.

MHP, the nationalists, made a come-back. This party, of all parties, I am uncomfortable with the most. I have to say that there is a good number of people, who would "die" for this party... And, the rising nationalism and the increasing clashes with PKK make things easier for the hard-liners... Within a democratic setting, it is probably better to represent MHP's ideas in the Parliament than in the streets... Still, I would prefer a Parliament without this party...


Another development is the new concept of independents (to avoid the 10 percent threshold). More than twenty Kurdish independents managed to get into the Parliament - a number enough to form a group. Also, couple of independents, including Mehmet Ufuk Uras, a socialist, who I voted for, managed to get into the Parliament. I think, this is a very positive development. Not because, they will create magnificent changes, but because they might pave the way to greater political formations, which will be the voice of the under-represented groups in Turkey... This may be the much needed relief between the over-exaggerated (thanks to the western media as well) Islam vs. secularism issue.

We should not dream about a revolution or a dramatic change, however... One person is one person, and politics is not a game of indivuduals, but of trends, parties, ideas, and, of course, the 'masses'.

As a last word, let me give you my personal take on. I do not agree with AK party for three particular reasons... First, their economical and political choices are extremely concordant with the global neo-liberal capitalist ideology... I believe that neo-liberal capitalism create a new kind of enslavement: A selfish and often depressing enslavement to the 'popular' (popular wars, popular "idols" popular science, popular artist")... Second, they are socially and religiously conservative, which I full-heartidly oppose. Most importantly, their hegemony on the votes of the "lower-class" neighborhoods steals away a lot of power from socialist, leftist parties, which I believe is a much needed force in the Turkish politics.

The current state of the Parliament will, I think, witness the clash of the independents and the nationalists. The classic clash between the secular establishment and Islamic trends will go on... The army's role in all this, might be an interesting point of discussion in the coming days... These discussions, hopefully, will be based less on conspiracy theories, and more on real issues.

Turkey, I believe, for several historical and sociological reasons, can be more than a "good follower of the global system to be the next South-Korea." From within Turkey, I think, novel ideas and movements that can introduce indigenous patterns to social and political landscape of the region (and of the world) can emerge: Trends that move beyond and redefine the traditional categories of class, nation, race, ethnicity and religious group.

The uttermost concern for me, in this election and in the future,however, is the sad situation of the Turkish intellectual realm. Unfortunately, Turkish intellectuals and academics are trapped in a petrified state of internal conflict, where charismatic power dominates over academic achievement -or sometimes reason. This land can, like I mentioned before, has a significant economic, cultural and historical potential to contribute to the world's intellectual discourse. However, for this, Turkish intelligentsia should transform into a state through which independent, rational and free discourse can be produced, and disseminated... Unfortunately, as practical as they are, I do not think Erdogan and his friends have the intellectual tools or the will to support such an intellectual framework.

Jul 18, 2007

The Quest for the Biological Dome



Getting fat is an important intellectual challenge.

No! I am not talking about the health issues, or the great nostalgia (i.e. Oh, God! I was 10 kilograms less two years ago). I am not even talking about the social implications of getting fat.

No!

I am talking about the great intellectual quest of seeking coherence and getting fat is fundamentally related to the existential search for the meaning of life.

First and foremost, an important and socially recognized body part is added to the traditional body parts you already have:


The Tummy!!!


An intellectual should explain to himself/herself, “the meaning of the tummy,” and of course, for this, one has to search for the origins.

If you are like me (which definitely should be tested if we are to generalize), one day you will have (or already have had) a great epiphany, which I call the day of reconciliation. In that important day, you realize suddenly that you have a tummy.

I guess, this realization can happen in various ways, as it happened to me in a rather strange way:

The day of reconciliation for me was a sunny day in the seashore. Lovely day, I would say… I, who is awkwardly called by his mother “su samuru” (beaver), was in the sea. I love resting on my back on the water, slowly moving my hands and feet to prevent myself sinking, and letting my body float freely. It was, I always have thought, the perfect position for the small bourgeois intellectual. Somehow, I had the sudden urge to look to the shore. What I saw, instead of several umbrellas and sun-bathing people, a great dome of skin and hair.

God! I thought, I grew the biological Hagia Sophia. And what happened? Of course, I panicked, not because Ekin will divorce me –she probably would have done it months before if she wanted to, but because I now had to make sense about the tummy. It was like that equipment you bought with the grant money, which was not really related to the research project.

Hence, my friends, started the great intellectual quest for making the tummy coherent. And, it was, during this quest, I understood why Eco wrote Foucault's Pendulum.

Jan 31, 2007

Epistemology and knowing - variations on Popper


I finally had some time to read some Karl Popper, and also some Adorno. I am particularly interested in the conflicts in these philosophers' understanding of the "rational progress," "enlightenment" and "knowledge"

Note to Reader: We have been talking about these issues for a while with a friend. I decided to initiate a written conversation, so that we can discuss this issue.

My take home message from these readings is that knowledge should be understood on three levels. On one level is the Popper's "universal knowledge" (or reality), second level comprises the "epistemological truth," (or what we can observe true the implications of reality), and on the last level is the "mythical, or historical truth." I have to warn you that as you know, these are hard concepts to tackle intellectually, and they are even harder to write about. :)

Let's start with arguing from a perspective of Putnam and other philosophers that there is 'true' knowledge to be found. I would argue then that Popper's description of scientific knowledge is the only rational epistemology. The problem arises, when we consider the biological limitations of the humans. Through any epistemology, the 'true' knowledge will be distorted by (1) the theoretical/historical/social observation bias even within the sciences ( e.g. a biologist's vs. physicist observation), (2) instrument bias (e.g. perceptive limitations of our brains and the tools we use to alter/increase this perception) (3) the epistemological bias (scientific, religious, humanitarian ways of knowing)... Having said this, I would argue that Popper's concept of falsibility is problematic, as the process of falsification is essentially biased. Falsification eliminates the epistemological bias. However, it would not eliminate the 1st and 2nd biases, which scientific epistemology by definition depends.

In addition, I would argue that his idea of knowledge accumulation (the evolution of knowledge through the process of falsification) is problematic. He argued elsewhere that historicism (i.e. the notion that human history has a direction and pattern to be predicted) is flawed.... However, his idea of betterment of the scientific knowledge depends on the accumulation of knowledge and patterns (the accumulation of falsified theories). And precisely because of this, I think his epistemology needs revision.

Such criticism of Popper would seemingly place me with the same camp with critical theorists, such as Adorno and Foucault. In fact, I would agree with Adorno that humans tend to push for a "blind domination, domination in a triple sense: the domination of nature by human beings, domination of nature within human beings, and, in both of these forms of domination." I would claim that this sort of domination is more of a desire of the human psyche, rather than a reality as Adorno would argue. This desire, I think, is the main source of bias that separates any human epistemology from an hypothetical, perfect epistemology. I would add, however and not withstanding the fact that I have problems with Popper's arguments, that Popper's epistemology has still much more relevancy to knowledge production than critical theory.

I think the obsession (stems for the desire for domination) with truth both in the rational academia and the faith based communities is the origin of our problems. The epistemological claims to the 'real' creates myths (religions, theories, etc.)... I think, instead of searching for absolute truth, we need to focus on understanding the patterns, associations and networks within a defined context. In addition, we need to introduce human biological/cultural bias into the epistemology of fallibility. Thus, I think a rational scholar's intellectual tools should be set first to reveal the cultural and physical context and then to understand the basic logical connections ( i.e. observed links between observations) within this context. Then, these connections should be set to the Popperian test of fallsibility not to reject results, but to redefine the context.

Let me explain myself with an example. I, with predispositions, a certain training, and a particular personal history will go and study Turkish villages. I would assume (1) my results will depends on my inherently biased (not necessarily wrong) observations, (2) the inherently biased ethnographic data from the villages, (3) the genetic data and (4) statistical, and quantitative methods. Based on these I will reveal patterns and connections.... The important issue is not the truth value of these connections, and patterns, but the accuracy of the context in which these results were produced. In other words, my results are the 'absolute truth' in the context of 'my mind,' 'my subjects' narratives' 'my techniques,' etc. Hence, falsibility would not necessarily work to disprove my results, but it would falsify (or redefine) the context of the observations. For instance, at some point, if your daughter, who becomes a famous anthro-neuro-historian (a new discipline that will exist 50 years from now) to study the neuronal networks of dead people. She can study the way in which I perceive the world, and reassess my results in a new context. She would conclude for instance, since Omer has problems with his hairs, he subconsciously ignored to interview with hairy males. This knowledge would not change my results, but it will change the my subjects from "random villagers" to "random non-hairy villagers."

Let me know about what you think.

The counter