‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Aug 30, 2008

Buda Kalesi ve Ortaçağ Haritaları

Buda kalesinin tepesine doğru, en yukarıya, en uca, en ulaşılmaza çıkmak için yorgun bacaklarımı iteliyorum. Güneş arkamda, gölgem benden önce çok uzaklara gidiyor, onun arkasından koşuyorum. Elimde fotoğraf makinem, kulağımda Bartόk’ün Romen Dansları yavaş yavaş tırmanıyorum merdivenleri.



Arkama bakmamaya kararlıyım, Izanagi’nin hatasına düşmeden, güzellikler tam olmadan ve de çirkinlikler saklanmadan ağaçların arasında, görmek istemiyorum Budapeşte’yi. O yüzden gözüm ayaklarımın altında bir belirip bir yiten basamaklarda.


Bır yandan da Hartmann Schedel isimli bir Alman’ı düşünüyorum. Onun elinden çıkan Scedesche Weltchronik isimli kitabın sayfalarında, daha 15. yüzyılda, Buda şehri (ki o zaman Peşt kısmından ayrı) ve kalesi, ayrıntılı bir şekilde haritalanmış. Ortaçağ’ın o yarı bilimsel yarı mistik kalemleri, Buda’yı Almanlar için tanımlamışlar. Bense bakmadan kitaplara ve haritalara, bir sokağın arkasından gelen diğer sokağı takip ediyorum, sırf birazcık bilinmezlik hissetmek için.



Haritalar ve turıst rehberleri neler yapacağınızı siz daha bilmeden sizin için dikte ettiriyor, bütün şehirler kendi minik karmaşalarından arınıp, biz gezginlere steril tadlar sunuyorlar. Budapeşte'nin biberleri ve Fransa'nın Eyfel kulesi. Haritalar ve turist rehberleri, nefret ediyorum bütün bunlara bağımlılığımdan. Hiç bir kafe orijinal değil, hiç bir sokak gidilmemiş değil, hiç bir manzara görülmemiş değil, şehirler klişe imgelerin ve basit arzuların elinde iki düzleme inmiş. Ve kendi gözlerimizle görmek şehirleri artık çok zor. Düşünüyorum bazen, Ortaçağda bir gezgin olmak. Hastalıkların, yoksulluğun, pisliğin arasından daha önce hiç bir insanın görmediğini ilk defa görmek, yazmak, anlatmak.



Müzik değişiyor, Rachmaninof’un çaldığı eski bir kayıt çalınıyor kulağıma, Lizst’in Macar Rapsodisi. Adımlarımı hızlandırıyorum, arkaya bakmamalıyım, Buda neredeyse ayaklarımın altında biraz daha gayret. Ama hayır dayanamıyorum. Arkamı dönüyorum ve karşımda ağaçların arasında fışkırmış kilise kubbeleri ve kuleler. Ne tam bu manzara, ne de Budapeşte'nin sunduğu en estetik görüntü. Fakat garip bir şekilde sadece benimmiş gibi hissediyorum, elim fotoğraf makineme gidiyor ve de o görüntüyü de benden sonra gelenlerden çalıp makinenin dijital hafızasına hapsediyorum.



En sonunda, turistlerle dolu bir tepeye ulaştırıyor beni bu merdivenler. Sinirim bozuluyor. Turistler hem kendi yabancılığımı hatırlatıyor, hem de geldiğim yerin çoktan binlerce göz tarafından görüldüğünü. Hayallerimi bir yana bırakıyorum ve arkamı dönüyorum, Budapeşteye bakmak için...

Aug 24, 2008

Felsefi diyologlar I - Žižek, Nietzsche ve de Sound of Music

Bu diyolaglarla ilgili kısa bir giriş için tıklayınız.

Perihan Pekbilir Görece (PPG) - Merhaba, geçen gün youtube’da geziyordum bir de baktım ki Žižek’in yeni bir video’su ortalıkta dolanıyor. Bu sefer 1960’lardan klasik muzikal “Sound of Music” ile ilgili çok çarpıcı saptamalar yapıyor ve temelde fılmin altmetninin açıkça ırkçı olduğunu savunuyor. Bence Žižek mükemmel ve ahlaki olarak çok yukarıda bir düşünür: batı medeniyetinin bütün ırkçı foyalarını açığa çıkarıyor ve de göremediklerimizi bize gösteriyor.

Orhan Elitoğlu Düşüntaş (OED) Hmmm. Ben izlemedim bir bakayayım.



OED - Yok Perihan. Bu iş olacak gibi değil. Bu fikirlerin hiç bir epistemolojik temeli yok. Žižek’in burada söyledikleri doğru olsa da olmasa da, aynı fikirleri ben söylesem hiç bir manası ve kuvveti olmayacağı gerçeğini değiştirmez. Žižek kendi yarattığı bir popüler aura ile tamamen kendi ideolojik düşüncelerinin ve daha önemlisi popüler ve klişe ile olan kavgasının, kendi güç ilişkilerini kullanarak dışavurumu. Nietszche’nin de dediği gibi “[itikatler] kabuller doğruluğun en büyük düşmanıdır.” Bana öyle geliyor ki Žižek kendi kabulleri temelinde düşünüyor (Lacancı bir birey kültü). Özgür görünse bile aslında belli normalara olan tepkisinin esiri olmuş durumda entellektüel olarak ve düşüncelerini özgürleştirecek veya sorgulayacak sağlam bir epistemolojiye sahip değil.

PPG – Senin bu eleştirilerin çok temelsiz, çünkü Žižek tam da senin saldırdığın görece düşünce sistemlerinin, mesela yapıbozumcuların, karşısından kendini konumlandırıyor. Yine de senin gibi pozitivist bir yaklaşımı olmasını gerektirmiyor.

OED – İşte burada yanılıyorsun. Çünkü ben yapıbozum, ki Derrida’nın epistemolojisi ve ne yapmaya çalıştığı çok belli, karşısında olmadığım gibi, pozitivist kültürün çok sorunlu tarafları olduğu düşüncesindeyim. Ama bunlar Žižek’in düşüncelerinde hiç bir metodolojik veya ontolojik sorumluluk taşımadığı, dahası taşımak gereğini bile reddettiği gerçeğini değiştirmiyor.

PPG – Senin çok sevdiğin Nietcszhe’ye göre “matematikçilerin kullandığı ‘tanımdan yola çıkarak’ şeklinde başlayan kabullerde olduğu gibi... nedensellik nihayetine hiç bir zaman getirilmez” Yani her düşünce sisteminin başlangıcında belli kabuller vardır. Bu durumda senin Žižek’e olan eleştirin bile bir çok kabule dayanıyor.

OED - Bu işin içinden çıkamayacağız galiba, ama şunu söylemek istiyorum. Žižek ve benzer popüler filozofların en çok takıldığım noktası, düşüncelerinin yayılmasını popüler olmalarına borçlular. Yani, senin de kabul edeceğin gibi Žižek’in düşüncelerinin Habermas’ın veya Foucault’un düşüncelerinden, hatta İncil’den veya Kuran’da dile getirilen fikirlerden daha yukarıda ya da aşağıda olduğunu savunmak çok verimli bir tartışma olmaz tahminimce, özellikle görece fikirler zamanında. Amma velakin, görünüş o ki, popüler olmak, rahat anlaşılmak ve de anektodal veya medyatik olmak son derece kolaylaştırıyor belli düşüncelerin yayılımını. Yine Nietszche’den bir alıntı yapmak istiyorum: “...yüzeysel (tamam olmayan) bilgi, tam bilgiden daha başarılıdır: şeyleri daha basit bir şekilde anlar, ve daha rahat anlaşılır dolayısı ile daha çekici (ikna edici) fikirler ortaya çıkarır.”

PPG – Hmmm... Bunu Žižek için söylemek gerçekten doğru mu bilmiyorum. Çünkü her ne kadar youtube’da nispeten anlaşılır ve slogan vari narrativleri bulunsa da, yazıları oldukça yüklü referanslarla ve devamlı değişen, okuması güç fikir yumakları ile dolu. Sende biliyorsun bunu.

OED – Doğru söylüyorsun ama yine de bence bir sorun var. Sadece Žižek’ten kaynaklanan değil, felsefe ve sosyal bilim kültüründe iyice kemikleşmiş kişi kültü sorunu. Dikkat edersen bütün bu diyalog sırasında bir kişi hakkında konuştuk. Sanki o kişi bir peygamber imiş gibi. Üstelik bunu yaparken başka filozoflara atıflarda bulunduk, yine sanki onların söyledikleri kesinlikle doğruymuş gibi. Bu sorun kişi kültleri benim kafamı çok zorluyor ve rahatsız ediyor. Bir yandan da bunun ötesine nasıl geçeğimi bilemiyorum.

PPG – Bence de çok haklısın. Çünkü, iki düşünce akımı birbirleri ile diyalektik bir ilişki içinde değil ise yapısalcılık-postyapısalcılı, marksizim-capitalizm, vb. karşılaştırma yapmak neredeyse imkansız hale geliyor. Bu konuda aslında Putnam’ın düşüncelerine bir bakmak lazım. Gelecek hafta belki devam ederiz olur mu?

OED – Kadın olarak tamamen domine ettin bu diyaloğu. Femist akımdan dolayı korkuyorum, sesimi çıkaramıyorum. O yüzden sen ne dersen kabülümdür!

Aug 21, 2008

Penguenler ve büyük fikirler

Marburg şehrinin eski kısmındaki ortaçağdan kalma ana caddesinin (ki bu cadde neredeyse bizim istanbul’daki evin olduğu Şair Ahmet Kemal sokağı kadar uzun, neredeyse beş yüz metre) tam ortasında, kahve dükkanlarının ve barların ortasına sıkışmış bir kitapçı var. Bu kitapçı hayatımın son altı ayında önemli bir yer tutuyor. Neden derseniz, Marburg’da satın alabileceğiniz İngilizce kitapların çoğu burada bulunuyor.


Marburg’un karakterine çok da uymayan, spot ışıklar ile aydınlatılmış bu kitapçıda bulunan kitaplar, genel olarak benim son zamanlarda ki edebi dağarcığımı belirliyor. İki ay önce, Penguin yayınevinin çıkardığı Büyük Fikirler (Great İdeas) serisinin bir kısmı, iki rafı işgal eden İngilizce kitap bölümünün bir rafını kapladı. Ben de heyecanla bu kitapların arasına kendimi attım. Penguen’in iddasına göre bu kitaplarda anlatılan fikirler “medeniyeti sarstı ve bizi biz hapmaya yardım etti.” Bu şaşalı tanıtımı hakedecek eserler yok değil serinin içinde. Nietczhe’den Proust’a, Orwell’den Emerson’a bir çok tanınmış ismin, çok da bilinmeyen, ama hayatları boyunca ürettikleri fikirleri öyle ya da böyle özetleyen görece kısa yazılar var toplam 60 tane.

Son aylarda bu seriden bir çok kitap okuma şansım oldu ve de bazı görüşlerimi sizinle paylaşmaya karar verdim. Genelde bu seride temsil edilen fikirler batı entellektüel birikimin temel etiksel, epistemolojik sorunsalları üzerine. Bu blog dizisinde yapmaya çalışağım, kafama takılan bir soruyu alıp, kitaplardan alınan alıntılarla ve kendimi çok ciddiye almadan, küçük bir diyalog yaratmaya çalışmak olacak. Tabi, eğer ilginizi çeker de bu diyaloğa eklemeler yapmak isterseniz, eminim yazılar çok daha zenginleşir. Bu kitapların hiçbiri (en azından benim bildiğim kadarı ile) Türkçeye çevrilmediğininden, bu yazıları Türkçe yazmamın daha doğru olduğuna karar verdim.



Küçük bir not. Penguen meselesi çok komiğime gidiyor. Düşünsenize, gözlüklü, atkılı ve çok ciddi bir Penguenle bir kafede oturmuşsunuz ve de bu penguen size felsefe anlatıyor, şarabını yudumlarken. Komik (ya da benim espri anlayışım iyice acayipleşti bilemiyorum). Neyse, ilk yazı Felsefe epistemolojisi üzerine.

Aug 13, 2008

Magicians and Neuroscientists

This is really really fun. Even though neuroscientists tend to over-generalize at times, their findings are amazing. Here is a NYT article about the magicians, their tricks and the neuroscientific explanation to that.

As for the original review article in Nature-Reviews

Aug 7, 2008

The small dictatorship in the middle of Germany - ???

Amazingly enough, Marburg is in New York Times.

"This fairy-tale town is stuck in the middle of a utopian struggle over renewable energy. The town council’s decision to require solar-heating panels has thrown Marburg into a vehement debate over the boundaries of ecological good citizenship and led opponents to charge that their genteel town has turned into a “green dictatorship.”

Aug 3, 2008

Murat Gulsaçan: 19 Satırlık “Bilim Haberi” Vakası

Neredeyse tümüyle yapay parçalardan oluşturulmuş ilk DNA Japon kimyacılar tarafından geliştirildi. Türkiye basınında "İlk akıllı DNA" diye haberleşti. Anlaşılan o ki editörler, bilim muhabirlerinden temel biyoloji bilgisi beklemiyor... Anlamadan derlenen bu haberin herhangi bir okuyucu tarafından anlaşılması da elbette mümkün değil. MURAT GÜLSAÇAN'IN YAZISININ GERİSİ İÇİN

The counter