‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Nov 19, 2007

Genler, entellektüeller ve başkalarının yazıları

Aşağıda, Genom isimli yeni bir kitabın Hikmet Temel Akarsu tarafından yazılmış eleştirisine cevaben yazılmış bir mektubu bulacaksınız.

Sayın Akarsu,

Matt Ridley'in kitabı ile ilgili yazınızı hem ilgiyle, hem de küçük bir kıskançlıkla okudum, zira aynı kitapla ilgili bir tanıtım yazısını ben de Radikal Kitap'a, bir hafta geç olarak, göndermiştim. Her zamanki zarif üslubunuzla, çok değişik ve ilginç bir perspektifi temsil ederek benim için çok ilginç bir yazı ortaya çıkardığınızı söylemeliyim.Üstelik, ben de sizin gibi kitabı çok beğendim ve Türkiye'de yayınlanmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak, görüşlerimizin temellendiği noktalarda önemli bir ayrılık var. Bu mektubu da, bu ayrılık konusunda bir tartışmayı başlatabileceği umuduyla yazmaktayım.

"Genellikle edebiyat yazılarıyla tanıdığım ve bu alanda ürün verdiğini bildiğim bir yazar bir gün karşıma genetik bilimini konu edinen, Genom adını taşıyan, bilimsel bir kitap hakkında yazdığı kritik ile çıksaydı ilk tepkim: ‘Hayırdır inşallah’ diye ünlemek ve yazara da yazıya da kuşkuyla yaklaşmak olurdu." sözleri ile başladığınız yazınızın içeriğinde, bilim yazılarının genel olarak edebiyat ile uyuşmayacağı konusundaki önyargılar olur olmaz hortluyor. Bu da beni iki nedenle rahatsız etti. İlki, entelektüel gelişimi ve düşünce tarzını, birbirinden bağımsız kategorilere ayırmanız (edebiyat-bilim). İkincisi ise bilim ile ilgilenen insanları, kendi entelektüel zümrenizden bağımsız bir grup olarak düşünmeniz.

Entelektüel düşüncelerde ve topluluklarda, sizin yazınızla da örneklenen, bu ikircikli durum, entelektüelizme karşı olan grupların eline çok büyük avantajlar vermekle kalmıyor, kendi içimizde yaratıcılığımızı inanılmaz derecede kısıtlıyor. Düşünsenize, öyle bir çağda yaşıyoruz ki, yazdıklarımız ve okuduklarımız, mektuplarımız, sözlerimiz ve hatta aşklarımız 1'ler ve 0'lar olarak, yarı-bilinçli makineler aracılığı ile birbirimize ulaşıyor. Öyle bir çağdayız ki, klasik etik problemlerimizin üzerine bir de, insan klonlamayı, çevre kirlenmesini, sermaye odaklarının genetik bilgiyi elinde tutmasını (örn. genetik olarak modifiye edilmiş tarım ürünleri), biyolojik silahları ve daha nicesini eklemek durumundayız. Öyle bir çağ ki yaşadığımız; aşklar, dostluklar, insan ilişkileri ve hatta topluluklar internetten, olağanüstü büyüklükteki sanal ağlar üzerinden kuruluyor (örn. facebook). Böylesi bir çağda, edebiyatın bilimden ayrı düşünülmesi ve bir entelektüelin kendisini sadece edebiyat adını verdiği kısıtlı bir söylemle anlamlandırması, beni endişelendiriyor. Aynı biçimde, bir bilim insanının kendini pozitif bilimin tarihsiz evrenine kilitlemesinden de kaygı duyduğumu eklememe izin verin.

Şu notu da düşmek isterim. Türkiye'de bilim kitaplarının bu kadar tekdüze olması, sanıyorum, öz olarak ilginç ve daha önemlisi etik, sosyal, psikolojik vb. dinamikler açısından son derece ilgili konuları işleyen kitapların, baştan savma ve emek harcamadan yazılmasından kaynaklanıyor.. Üstelik, dile hâkim olan çevirmenlerin ve yayınevlerinin bilim kitaplarını her zaman ikinci planda çeviri listelerine almaları da, Türkçeye çevrilmiş bilim kitapları külliyatının eksik temsil edilmesine yol açıyor. Sonuçta, bilgi üretimi ve entelektüel düşünce süreçleri birbirleri ile bağlı olduğu oranda değer kazanır gibi geliyor bana. Dolayısı ile Türkiye'de yoğun bir şekilde hissedilen bilimsel olanı reddetme eğiliminin, bu dünyayı anlama ve anlatma ihtiyacımızın önündeki önemli bir engel olduğunu düşünüyorum.

Eğer ki nedensizce birbirimizin arasında kalan bağlantıları koparır, kendimizi bilimin veya edebiyatın fildişi kulelerine hapsedersek, gün gelir Binbir Gece Masalları’ndaki şairin durumuna düşeriz:

"Ey Şair! Bahtın rüzgarı hiç senden yana esmeyecek! Ne kamış kalemin, ne
yazının ahenkli kıvrımları seni asla zenginleştirmez!"
Hikmet Bey burada bana ayrıntılı bir cevap verdi. Enteresan bir e-mail diyaloğu oluştu. Aşağıda kendisinin izni ile cevabı:
Selamlar Ömer Bey;
İlginiz ve değerli yorumlarınız için teşekkür ediyorum. Kanımca bu kitap, benimki gibi birkaç yazıyı daha kaldırırdı. Radikal Kitap'ın editörlerinin yerinde olsaydım, sizin yazınızı da basar ve bu kitabı kapak konusu yapardım. Bu denli değerli eser çok sık çıkmıyor. Fakat gazetecilik temposu içerisinde arkadaşların bu düzeyde bir ilgi göstermesi bile çok güzel.
Yazınızda dile getirdiğiniz iltifatlar için çok teşekkür ederim. Yaşadığımız aleladelikler çağında elimden geldiği kadar yazının hakkını vermeye çabalıyorum.

Eleştirilerinize gelince: Doğrusu bana yönelttiğiniz eleştirilerden yararlandım. Düşüncemde özgün bir ışık yakmayı başardınız. Ben olaya hiç de böyle bakmamıştım. Yazıma başlarken kitabın hakkını verecek çarpıcı bir giriş yapmak peşindeydim dürüst söylemek gerekirse. Bunun için de kendimi küçümseyerek işe girişmenin yararlı bir yol olacağını düşünmüştüm. Fakat yazıma sizin uyarılarınızdan sonra bir daha bakınca, işaret ettiğiniz türde yaklaşımları ateşleyebilecek bir algının ortaya çıkabileceğini farkettim.

Size bu uyarınızdan dolayı teşekkür ediyorum. Esasta benim de düşüncelerim sizinki gibi. Üçüncü Binyıl'da edebiyatın bilimle çok daha içiçe olacağına, kuru sıkı laf salatalarındansa derin bilgi ve araştırmalara, buluşlara dayanacağına inanıyorum. Kaldı ki bu konudaki düşüncelerimde samimi olduğumu kanıtlayan delillerim de var. Yayınlanmış iki adet Siberpunk romanım vardır. Ve bunlar sanal ortamda sürüp giden mücadeleleri alegorize eden romanlardır. Toplumumuzda hiç ilgi görmediler ama özgün sözler söyleyen romanların standart kaderinin böyle olduğunu bildiğim için çok dert etmedim. O romanların adları Siber Tragedya ya da Iphigeneia (Ölümsüz Antikite:2) ve Casus Belli ya da Helena (Ölümsüz Antikite:3) Dilerseniz bir göz atarsınız.

Neticede, okurun girişteki peşin hükmümün edebi bir sanattan ibaret olduğunu sezmesini ummaktan başka yapacak bir şey yok şu anda. Ayrıca yazımın bu problematiklere rağmen ilgi derlemesi, sizin gibi değerli birini bile heyecanlandırması, bu güzelim kitap adına hoş oldu diye düşünüyorum.

The counter