‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Oct 16, 2007

Yanlışlanabilir Cehennemler

Yağmurlu bir gündü... Bilim Kulübünün küçücük odasında sıkış tepiş oturmuş, nefeslerimizle odayı, elimizi yakan yarı erimiş plastik bardaklar içinden yudumladığımız kalitesiz hazır kahve ile de içimizi ısıtıyorduk.

Bilimkurgu alt-komisyonunun bilmem kaçıncı toplantısıydı ve Asimov’un evrenini, Frank Herbert’inki ile karşılaştırıyorduk. Hepimiz Asimov’dan gizli gizli zevk alsak da, onun sıradan, bilim fetişizmi ile kendinden geçmiş bir sosyal değişim karşıtı olduğunu dile getirmekten geri durmuyorduk. Fremen’lerin baş kaldırışını, evrimsel süreçlerin sosyal sistemlere indirgenebileceğini söyleyen bir arkadaşa hepimiz bağıra çağıra tepkimizi gösteriyor, bütün bu keşmekeş içinde kapının altından sızan soğuk hissedilmez oluyordu.

Size orada aklımda kalan o tarif edilemez hisleri, mesela PDK’nın androidlerinin, Asimov’un robotlarından ne kadar daha gerçek olduğunu söylemek için sabırsızlanmamı veya benimle aynı fikirde olmayan insanlara karşı duyduğum o öfke-saygı karışımı duyguyu anlatmam mümkün değil.

Bir ömür önceymiş gibi hatırlıyorum şimdi bunları ve hatırlamamın nedeni elimde tuttuğum “Başka Dünyalar Mümkün isimli bir derlemenin kapağındaki isim: Murat Güney. Murat’ı çok da tanımıyorum. İki dönem mi küçüğümdü, bir mi, önemli değil. Aynı okuldan ve aynı kulüpten olmamız da çok önemli değil. Hatta ikimizin de, çok da alakalı bölümler okumamış olduğumuz halde, antropolojiye yönelmemiz de çok anlamlı olmayabilir. Asıl önemli olan, o yağmurlu günde aynı kahveyi içmemiz, aynı heyecanı paylaşmamız ve en önemlisi onun bu heyecanına emeğini de katarak şimdi sanki kendiminmiş gibi sahiplendiğim düşüncelerin, tartışmaların asıl sahiplerinin seslerini duyabildiğim bir derlemeyi bana, hepimize ulaştırması.

Neyin peşindeydik hala tam bilemiyorum. Duygularıyla, kurduğu sosyal yapılarla, cinsiyetleriyle, yaptıkları ve yapamadıklarıyla, kavgaları ve aşklarıyla insanı merak ediyorduk herhalde. Bilimkurgu işte tam burada, insanı başka dünyalarda, yetkin ve aciz, asil ve yoz, yaşlı ve genç, kadın ve erkek, makine ve organik, binlerce şekilde, kimi zaman indirgeyerek, kimi zaman küçücük dünyalarla kısıtlayarak, kimi zaman tüm evrenin sonsuzluğunda eriterek anlamaya çalışıyor. Sonsuz boyutlu disütopyalar evreninde, bilimkurgu kendi cehennemlerini, Popper’ın söylemi ile, “yanlışlanabilir” olarak kurguluyor. Bu cehennemler, benim gibiler için, postmodern dünyanın onlarca kaçışı arasında, gerçekliği ve dolayısı ile insanı bulamamanın acısını paylaşmama yardımcı oluyor olsa gerek.

Bu sorunsal üzerine Murat benden çok daha uzun zamandır ve daha yoğun bir şekilde kafa yoruyor. Hatırlıyorum, anarşist bir bilimkurgu dergisi çıkarmışlardı, kısa soluklu ama geniş fikirli: Davetsiz misafir, şimdilerde, ismine uygun bir şekilde, davetsizce, internette rahatsız ediyor yerinden memnun organik entellektüelleri.

Burada Murat’ın derlemesinin eleştirisini yapmayacağım (ki yapılmışı var). Tek söyleyeceğim, bilimin, kültürün ve evrenin dinamiklerinin birleştiği bir yerde varoluyor insanın gerçekliği. Bu sanal gerçek, insan olmamızın sınırlılığı içinde de olsa, elimizdeki tek gerçek. İşte bu yüzden bilimkurgu tam da bu kültür, bilim, evren birleşmesinin ortasına insanı koyarak, ister istemez, kendi gerçeğimizle yüzleşmemizi (bkz. Aylak Madam Tuvaleti) sağlıyor. “Başka Dünyalar Mümkün” de yer alan karamsar ütopyaların anlamlandırılması süreci, garip bir umut bırakıyor insanın damağında. Kimbilir, belki de kendi küçük varoluşumuzla bile, hatta sırf varoluşumuz küçük olduğu için başka dünyalar mümkündür.

No comments:

Post a Comment

The counter