‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?


Add to Technorati Favorites

Search This Blog

Aug 6, 2007

Modern Masallara Özlem

Biliyorsunuz Alman sahnelerinde,
Herkes istediğini deneyebilir;
Bugün de dekor ve makineleri,
Esirgemenizi beklemiyorum.
Kullanın,
Büyük ve küçük gökyüzü ışıklarını,
Yıldızları da harcayabilirsiniz.
Su, ateş ve kayalıklar,
Hayvanlar ve kuşlar,
Hepsi bol miktarda mevcut.
Böylece, bu dar ahşap sahnemizde,
Boy gösterir bütün yaratılış;
Ve ölçülü bir hızla,
Gökten başlayıp dünyaya geçer,
Sonunda da cehenneme gider.
(Faust)


Marburg işte tam bu Goethe’nin bu sözlerini olurlarcasına canlı, o derece eski, ateşli ve herşeyin üstünde büyü, din ve bilim arasında sıkışıp kalmış bir küçük şehir.




Eğer ki sizinde yolunuz bir gün bu eski şehre düşerse, farkına varacaksınız ki, şehir yavaş yavaş eskiyor ziyaretçisinin gözünde. Türklerin ve diğer ‘yabancıların’ mesken tuttuğu banliyolerde iniyorsunuz sizi getiren trenden. 13. yy.’in kafasında kepleri ve korkularıyla buralara gelmiş Yahudilerini boşuna aramayın buralarda, 20.yy.’ın renksiz ve sönükö daha tarihleri yazılmamış göçmenleri var sadece bu yeni mahallelerde. Bindiğiniz otobüs sizi 70’lerin, anlaşılan her yerde çirkinliğini onurluca sahiplenen, fonksiyonel apartman komplekselerinden ve dönercilerden, 19.yüzyılın kafa karışıklığına doğru götürecek. Sonra, eski şehrin, ortaçağdan vazgeçmeden aydınlanmaya özenen, birbirinin üzerine binmiş, garip, kasvetli ve bir o kadar da gizemli evlerinin ve kiliselerinin arasına dalacak otobüs. İneceksiniz, ve tepeler karşılayacak sizi. Kiliselerin kuleleri, dar Arnavut kaldırımı sokakların arasında gidecek yerleri işaretleyecek ve sizi Mefisto’nun sözleri gibi sarmalayacak. Yavaşça çıkacaksınız Marburg’un merdivenlerini, kimbilir belki benim gibi yaşınız daha 35 olmadan.

Arnavut kaldırımlarına değdiği anda ayaklarınız, biranın ve türlü baharatla renklenmiş sosislerin anlamlandırdığı bir restoranlar ve kafeler krallığı saracak çevrenizi. Yaşlanmayı beklemeden bilgiye vakıf olan insanların arasından geçecek ve sezeceksiniz; Burada yaşıyor hala aydınlanmanın iştahı. Siz de benim gibi göreceksiniz ki, Mezopotamyanın tanrısına bu kadar uzak kalmanın ve ancak isteksiz bir silkinişle unutulan totemlerin ve pagan ayinlerinin öfkesi, enerjisi var bu yaz gününde boyunlarını rengarenk atkılarla süsleyen genç kalabalığın üstünde.

Ve ayaklarınız istemese de, o garip fethetme hırsıyla daha yukarılara, aristokrasinin o dayanılmaz çekiciliğine doğru götürecek sizi aklınız. Merdivenler, Prens Phillips’in hastalıklarının yazılı olduğu o basamaklar, ayaklarınızın altında eriyecek ve bu dar sokaklarda Luther’in de yürüdüğünü düşünerek varacaksınız Marburg’un en yüksek noktasına... Aşağıya korkuyla baktığınızda göreceksiniz: Marburg’u böylesine çekici yapan tepeleri ve ırmakları.... Herhalde sizde benim gibi evrenin anlaşılmaz rastlantıları ile yaratılan vadilerin ancak insanın aklında anlam kazandığını düşünecek ve gözlerinizi, apaçık doğaya isyanı haykıran iki düşman kilisenin kubbelerine çevireceksiniz.

Farkeceksiniz ki kiliselerden birisinin kulesi yavaşça boynunu eğmiş. Piza’daki kardeşi gibi şakacı bir gülümsemeyle gelen bir nükte değil önünüzde yükselen, yaratıcısının ruhunu lanetleyen bir utanç aslında. Zaten, takip edince yamuk bir şekilde yükselen kubbeyi, artık büyülü zamanları yitirmiş, o upuzun saçlarını kaybetmiş Rapunzel’in hüzünlü kulesi farkettirecek kendini ve sadece bir ip ucunda sallanan mimarın değil, Grimm Biraderlerin’de tekinsiz soluğunu duyacaksanız ensenizde.


Korkuyla çevirdiğinizde başınızı, kendinden aşağı olanı ezmek için yükselen kulenin duvarları karşılayacak sizi. Umursamayıp açıkça meydan okuyan duvarları, hemen oradan uzaklaşmak isteği ile yanından geçip gideceksiniz kalenin ve bir park açılacak önünüzde. Aşıkların yeşerttiği çimler üzerinde uzanacak ve fotoğrafını çekeceksiniz çiçeklerin. Kimbilir, belki sizin de ihtiyacanız vardır kaçmaya insanın yaratısından. Kim bilir, belki çiçeklerin anlaşılmaz, nedensiz güzelliğindedir aranan yanıtlar. İşte böylece düşünürken, belki sizin de sevdiğiniz elinizden tutacak ve saatlerdir şehri gezerken beyninizi kaplayan mantığın tekinsizlikleri ilmik ilmik açılacak, sevgilinizin elinin içinde yok olup gidecektir.

Ve ineceksiniz merdivenlerini Marburg’un. Bu sefer Prens Phillips’in hastalıklarını okumadan. Belki yol üzerinde bir Fırıncı’da durup, Hansel ve Gratel’in o tadına doyulmaz tatlılarından birisini yiyeceksiniz. Dolanırken sokakları, modern dünyanın felsefe taşları, ortaçağa özgü harflerle seslenecek gözlerinize, tabelalar arasında kafanız karışacak. Ama bulacaksınız yolunuzu Marburg’da... Gerçek olmayacak artık buranın karmaşıklığı, çözeceksiniz çok vakit almadan gizini. Sonra yine yollar görünecek size eminim. Marburg’un Ortaçağında kaybolmak kolay ama bu şehirde durmak zor... Gelince göreceksiniz yoldaşlar.

Euro-Tombala




Frankfurt’un olmayacak kadar modern ve temiz ve yeni ve mükemmelliliğinin içinde üzerinden geçip gitmiş savaşın izlerini taşıyan havaalına indim bir Pazartesi... İçim bir yandan E.’yi görecek olmanın kıpırtısı, bir yandan da yeni bir ülkeye gelmenin o içimde mayhoş bir tad bırakan aroması ile karmakarışıktı. Haubtbahnoff yazısını izleyerek ulaştığım devasa terminalde bir elimde yeni çıkmış Harry Potter kitabı, öbür elimde bavulum bilet sırasına girdim. İşte tam o sırada gördüm üzerimde duran kocaman Departures ekranını...

“Yine merkezdeyim, merkezde olduğum için özgürüm.”

Bu acıklı sevinç bütün benliğimi sardı. Üzerimdeki pano’da neler yoktu ki, Amsterdam’dı gideceği yer 3 dakika sonra kalkacak trenin ve Berlin’di sonraki. Hamburg’a uğrayıp, İskandinavya’ya doğru hareket edecekti birisi. Frenk memleketine gidecekler arka arkaya dizilmişti zaten.

Olasılıklar, olasılıklar, olasılıklar... Ve ben yüzlerce özgürlük içinden birini seçebilirdim.


Çıkardım, pasaportumdaki bir senelik Schengen vizesine baktım. İçim hüzün doldu. Kimi hakettiğim, kimi haketmediğim ayrıcalıklarımdan birisiydi elimde tuttuğum. Hazindi dünyanın durumu... Bireyi daha çok özgürlükle kandırmak... Merkeze, zaten merkeze yakın olanları toplamak...

Almanya’nın ve Avrupa’nın tam merkezinde, elimde pasaportum ve öbür elimde Harry Potter sırada bekliyordum... Ve birden, sırayı bozmak istedim, yere çöp atmak veya yere tükürmek. Küçük bir protesto, minicik bir isyan. Tabi ki eylem, düşünce kadar ucuz değil benim için, aksi olsaydı o sırada duruyor olmazdım.



Tabi ki sıramı bekledim, ve beni E’ye götürecek küçük kağıt parçasına sorgusuz sualsiz 12 Avro verdim. Onlarca özgürlük arasından, beni Marburg seçti.

The counter