Buda kalesinin tepesine doğru, en yukarıya, en uca, en ulaşılmaza çıkmak için yorgun bacaklarımı iteliyorum. Güneş arkamda, gölgem benden önce çok uzaklara gidiyor, onun arkasından koşuyorum. Elimde fotoğraf makinem, kulağımda Bartόk’ün Romen Dansları yavaş yavaş tırmanıyorum merdivenleri.
Arkama bakmamaya kararlıyım, Izanagi’nin hatasına düşmeden, güzellikler tam olmadan ve de çirkinlikler saklanmadan ağaçların arasında, görmek istemiyorum Budapeşte’yi. O yüzden gözüm ayaklarımın altında bir belirip bir yiten basamaklarda.
Bır yandan da Hartmann Schedel isimli bir Alman’ı düşünüyorum. Onun elinden çıkan Scedesche Weltchronik isimli kitabın sayfalarında, daha 15. yüzyılda, Buda şehri (ki o zaman Peşt kısmından ayrı) ve kalesi, ayrıntılı bir şekilde haritalanmış. Ortaçağ’ın o yarı bilimsel yarı mistik kalemleri, Buda’yı Almanlar için tanımlamışlar. Bense bakmadan kitaplara ve haritalara, bir sokağın arkasından gelen diğer sokağı takip ediyorum, sırf birazcık bilinmezlik hissetmek için.
Haritalar ve turıst rehberleri neler yapacağınızı siz daha bilmeden sizin için dikte ettiriyor, bütün şehirler kendi minik karmaşalarından arınıp, biz gezginlere steril tadlar sunuyorlar. Budapeşte'nin biberleri ve Fransa'nın Eyfel kulesi. Haritalar ve turist rehberleri, nefret ediyorum bütün bunlara bağımlılığımdan. Hiç bir kafe orijinal değil, hiç bir sokak gidilmemiş değil, hiç bir manzara görülmemiş değil, şehirler klişe imgelerin ve basit arzuların elinde iki düzleme inmiş. Ve kendi gözlerimizle görmek şehirleri artık çok zor. Düşünüyorum bazen, Ortaçağda bir gezgin olmak. Hastalıkların, yoksulluğun, pisliğin arasından daha önce hiç bir insanın görmediğini ilk defa görmek, yazmak, anlatmak.
Müzik değişiyor, Rachmaninof’un çaldığı eski bir kayıt çalınıyor kulağıma, Lizst’in Macar Rapsodisi. Adımlarımı hızlandırıyorum, arkaya bakmamalıyım, Buda neredeyse ayaklarımın altında biraz daha gayret. Ama hayır dayanamıyorum. Arkamı dönüyorum ve karşımda ağaçların arasında fışkırmış kilise kubbeleri ve kuleler. Ne tam bu manzara, ne de Budapeşte'nin sunduğu en estetik görüntü. Fakat garip bir şekilde sadece benimmiş gibi hissediyorum, elim fotoğraf makineme gidiyor ve de o görüntüyü de benden sonra gelenlerden çalıp makinenin dijital hafızasına hapsediyorum.
En sonunda, turistlerle dolu bir tepeye ulaştırıyor beni bu merdivenler. Sinirim bozuluyor. Turistler hem kendi yabancılığımı hatırlatıyor, hem de geldiğim yerin çoktan binlerce göz tarafından görüldüğünü. Hayallerimi bir yana bırakıyorum ve arkamı dönüyorum, Budapeşteye bakmak için...
‘Yaz’ olmalı idi ilk söylenen, ‘oku’ değil. Biz tanrısı değil miyiz bilincimizin? Bizim beynimiz değil mi her suçu unutan? Biz değil miyiz ki her düşünceyi çarpıtan? Yazmalıyız ki sözümüz kök salsın, yazmalıyız ki değişen anlamların geri dönebileceği, yeniden başlayabileceği bir evi olsun. Yazmalıyız ki, suçlarımız ve suçluluklarımız ve hatalarımız yüzümüze çarpılabilsin. Bu değil midir hayatımızın anlamı?
Search This Blog
Aug 30, 2008
Subscribe to:
Post Comments (Atom)
No comments:
Post a Comment